27 Kasım 2012 Salı

Sağlıkçıya şiddet uygulayanlar CEHAPE döneminde ülkemize zorla getirildi

Sağlık Bakanlığı sağlıkta şiddete uğrayan personel için bir çözüm üretti: 113 Acil Şiddet Hattı. Bu haberi bütün hastanelerde eş zamanlı gösterilen sinevizyon görüntüleri eşliğinde sevinçle karşıladık. Adeta sevinçten çıldırdık. Artık acil servislerde şiddet görmeyeceğiz. Adımız gibi biliyorduk, tıpkı kadına yönelik şiddeti '7/24 Alo Şiddet Hattı' ile bitirdikleri gibi buna da sıra gelecekti. Yuppiii. 

Ciddi ciddi meramımı anlatmaya başlayayım ufaktan madem. Şiddete meyyali aşktan olmayan, konuşurken ağzından köpükler çıkaran, yumruğunu sıkıp, dişlerinin arasından konuşan bir kocanın en çok ihtiyacını duyduğu cümleleri de Başbakan sağ olsun, sırtını bir güzel sıvazlayarak söylüyor: 'Kadın ile erkeğin eşit olması mümkün değildir, olamaz" Seçim videolarını hatırlayın. 'Sağlıkta Reform' 'Sağlıkta Dönüşüm' methiyeleri düzülüyordu. Artık istediğimiz eczaneden ilaçlarımızı alabiliyorduk, yaşasındı. Hastaneler birleşmişti. Hobareey. Özel hastaneler Sosyal Güvenlik Kuruluşlarıyla anlaşmalar imzalıyorlardı. İşte bu. 

Sonra önceden hekimlere, sağlık personeline derin saygı duyan halk, yine Başbakan'ın ağzından dökülen şu cümleye kulak verdi: 'Kusura bakmayın ama, artık Doktor efendi dönemi bitmiştir' 'Halkın sizden çektiği yeter, bunca yıl yediniz yediniz, kusura bakmayın, o dönem bitti'

Bir Acil nöbetinde yaşadığım heyecanı hiçbir aksiyon filminden almıyorum ben. Göğüs göğüse savaş tekniklerini, gözümden ışık çıkarmayı falan ister oldum. Acil Servis'te hemen her nöbette 'Başbakan Acil'de para alınmayacak diyor, sen benden neyin parasını istiyorsun' sebebiyle bir olay çıkar. Halbuki önceden parasız olan, 'hak' olarak görülen sağlık hizmetleri, artık ücretli hale getirildi. Bunun tahsildarlık görevini de eczanelere taksim etti ki, para eczaneden alınıyor algısı oluşsun. Her muayenede deste deste katılıyorsunuz ülkenin sosyal güvenlik sistemine. Yani ben hayırsever bir zengin olsam, devlete bağış yapmak için bir kere Acil Servis'e uğrardım. Muayeneden, ilaçtan devletin kestiği katkı payı sosyal güvenlik kurumuna gidiyor nasılsa. Ne güzel. Ne gerek var tek tek o kurumlara gidip bağış yapmaya? Nasılsa devlet benden bir muayene hizmeti vermesi karşılığında milli servete yeterince payını alıyor? 

Maalesef ki, lanet olsun ki, acil servis ölüm vakaların en sık yaşandığı birim. Hasta yakını, hasta ameliyatta ölürse 'kurtarılamadı' der, Acil'e zaten ex olarak getirilmiş ise 'Doktorbakmadı da öldürdü' der. Bunu aslında çok da yadırgamıyorum. Yıllar boyunca işini iyi yapan hekimler olduğu gibi işini kötü yapan hekimler de oldu. Ki ölüm bu, ötesi yok. O ruh haliyle insan her şeyi düşünebilir. Çünkü insan başına gelen her türlü olumsuzluktan ilk önce başkalarını sorumlu tutar. Ama bizim kültürümüzde yasal yollarla değil, orman kanunlarıyla hukuk işliyor.  

Son yıllarda bu meseleyi korkutucu kılan hasta yakınlarının parmaklarını sallayarak 'Siz görün, sizi Başbakan'ıma şikayet edeceğim (hele hele), sürdüreceğim hepinizi buradan' diye tehditler savurması. Satırlarla, bıçaklarla, hastaneleri basması, asla karşı karşıya getirilmemesi gereken sağlık personeli ile hastayı karşı karşıya getirmiş olmasıdır. 

Ha bir müjde daha. Bakanlık şiddetin önüne geçmek amacıyla Acil Güvenlik Görevlilerine artık silah kullanma hakkı tanınıyormuş. Oh be, yüreğime su serpildi. Kim düşündüyse yüreğine sağlık. Ortalık polislerin lüzumlu-lüzumsuz ateş açmalarından kaynaklanan ölümler, geçtim polisi, düğünlerde, galibiyetlerde havaya açılan serseri kurşunlardan pisi pisine ölenlerin haberlerinden geçilmiyormuş gibi, bir de hastane kapısı önünde işlenen taksici cinayetleri gibi güvenlik görevlisi, sağlıkçı cinayetleri eklensin manşetlerimize. 

Düşünün ajite, saldırgan, yakınını kalp krizi nedeniyle kaybetmiş bir hasta yakını. Acil serviste elinde bıçakla güvenlik görevlisinin üzerine yürüyor. O güvenlik görevlisi bir kere yapmaz, iki kere yapmaz ama, eli beline mutlaka gider. Gider çünkü bizim millet olarak şurubumuz bu. Ruh hali olarak epey potansiyelimiz var  katil olmaya. 'Kaşının üzerinde gözün var, Kimsenin tavuğuna 'kışşt' demedim' mazeretleriyle masumluğunu ıspatlama geleneğinden geliyor, üzerine bıçakla gelen adama mı nefsini müdafaa etmekten geri duracak. Hem bu güvenlik görevlisinin koşullarını da göz önünde bulundurmak gerek. Tüm diğer güvenlik görevlileri gibi taşeron şirketi üzerinden hastanede asgari ücret karşılığında çalışan, ev geçindirmeye, çocuk okutmaya yükümlü, yarı aç, yarı tok bir adam. Çalıştığı birim az buz değil. Dünya Sağlık Örgütünce ve Çalışma Bakanlığınca 'Riskli Birim' kategorisinde sayıldığı için olduğu için ilave tazminat ödenmesi gereken bir yerde çalışıyor. Düşünün o devlet Tuzla Tersaneleri bile o kategoriye sokamamış. O adam, o gece nöbette olan asker dahil,  ölüme  hepimizden bir adım daha yakın duran adam o. 


Sağlık Bakanlığının çözümü harika olmuş ama. Diyor ki, 'Canımın içisi personelim, asma yüzünü öyle, bak bakayiim bana? Aaa, hemen eylem meylem söylenmeye başladın, kalbimi kırıyorsun ama. Tribine kurbanlar olurum senin, küser miymiş bana? Bak sana ne sürprizim vaaaaaaaar: Bundan sonra biri senin üzerine bıçakla gelip, tartaklar, senin saçını çeker, eteğini kaldırır vs yaralamaya kalkarsa hemen 'Alo Şiddet Hattı' nı ara. Çünkü hastane polisinin, silahlı güvenlik görevlinin durduramadığı adamı bu mucizevi Alo Şiddet Hattı durduracak. 1 değil, 2 değil hem de 3 kere durduracak (Bal Deresi sponsorluğunda) Bence uzatıyorsun ama. Hadi ver bir yanak da barışalım?

O değil de, hepimizin beline o tür acil durumlar için bir pet şişe taksalar daha etkili bir silah olurdu zannediyorum. En azından seri bir hareketle suyu ağzımıza dikeriz ve 'Bilmiyor musunuz, su içerken yılan bile dokunmaz' derdik. Ekmek mushaf çarpsın ki bu, diğerinden çok daha mantıklı bir çözüm. 


Ama şimdi Başbakan'a;

-Türkiye'de sağlıkta şiddet geçen yıla oranla yüzde 193 arttı, ne diyorsunuz bu duruma?

desek, söyleyeceği:

'BİZİM ECDADIMIZDA SAĞLIKÇIYA ŞİDDET YOK. SAĞLIKÇIYA ŞİDDET UYGULAYANLAR CEHAPE DÖNEMİNDE ÜLKEMİZE ZORLA GETİRİLDİ.

Demeyecek mi? Ölümü öp, ayyyynen bunu söylemeyecek mi?





13 Kasım 2012 Salı

Sindirella Kompleksi


uzun zamandır kadın olmanın içimde yarattığı çelişkili durumun sancısındayım. çelişkili durum diyorum, çünkü gerçekten “kadınlık’ nedir?” “böyle bir tanım olmalı mıdır?” “davranışlarım, giyimim, zevklerim diğer kadınlarla uyumlu mu?” “ ideal erkek nasıl olmalı?” “hayatımın erkeğiydi, böyle mi davranacaktı?” “cinsiyetsizlik duygusuyla sürdürebildiğim ilişkilerim var mı, nasıl ilerliyor?” “cinsiyetsiz bir hayat mümkün olabilir mi’ gibi sorgulamalar yapıyorum. kendimden, kadınlığımdan artık şüphe duymaya başlamıştım ki, collette dowling’ın ‘çağdaş kadının bağımsızlık korkusu’nu anlattığı sindrella kompleksi geçti elime. kitabın arka kapağındaki yazı ne de haklıydı:

“yalnız olmaktan nefret ediyorum. keseli hayvanlar gibi bir başkasının derisinin altında yaşamak isterdim. emniyette olmayı, sıcak, bakılıp gözetiliyor olmayı havadan, hatta yaşamdan daha çok isterdim. çünkü iş bağımsızlığa gelince, gerçekten kendi ayaklarımızın üstünde durduğumuz zaman, kadınlıktan uzaklaşacağımızdan, sevgisiz, sevimsiz olacağımızdan korkuyoruz. bağımsız olmak istiyor ama bağımsızlıktan korkuyoruz. bunun için de başkalarını suçluyoruz. onları suçlayarak ya da dizimizi döverek özgürleşemeyiz. bağımsızlık başkalarının bize bahşedebileceği bir lütuf değildir”

ben kafamda –aşkın ve seksin olduğu- cinsiyetsiz bir toplum fantezisi kurarken ve böyle bir dünyanın aslında daha yaşanılabilir olacağını iddia ederken, ‘kadın’ ve ‘erkek’ imajlarının çocukluğumuzdan beri bizlere çok yanlış çizildiğini fark ediyorum. binlerce yıldır böyle yaşamış bir toplumdan, üstelik bir de kadın olarak, elbette kendi payıma düşen kompleksleri tadacaktım. otuz’uma merdiven dayamış, hiç evlenmemiş, üniversite eğitimi almış ve halen almakta olan, aynı anda hem okulu, hem işi sağlıklı bir şekilde götüren, sekiz yıldır ihtiyaçlarını başkalarının yardımı olmadan tek başına karşılayabilen, üstelik ailesinin geçimine de katkı sağlayan, türkiye gibi, düzenli aralıklarla başbakan’ın ağzından bedenim hakkındaki yeryüzünde benden başka kimsenin haddine düşmemiş açıklamaları gazete manşetlerinden düşmeyen bir ülkede yaşayan kadın olarak, hatta kendine ‘kadın’ dediğinde bile karşı tarafın yüzünde cinselliğe atıfta bulunan gülümsemeler oluşan bir ülkede yaşayan kadın olarak, elbette bu kompleksler benim için kaçınılmazdı. sonuçta sartre’ın sevgilisi değilim ve gündelik yaşamımda karşıma çıkan erkekler bu ülkenin okullarında okumuş, bu ülkenin gazetelerini okuyan, çoğunluğu muhafazakar görüşe ve manevi inançta bir ülkenin yetiştirdiği ‘aydın’, dinamik, muhafazakâr sevgililer, patronlar, hocalar, mesai arkadaşları, otobüs şoförleri, kardeşler, senaristler, yapımcılar, medya patronları, kanaat önderleri, başbakanlar’dı.

dünyaya geldiğimiz ilk yıllarımızdan başlanıyor ‘kadın’ ve ‘erkek’ figürleri yaratılmaya. kadınların sürekli başkalarına bağımlı olarak yaşamak zorunda olduğu fikri çocukluğumuzdan beri bilinçaltımıza yerleştirilmiştir. erkek çocukları dış dünyaya yönelik ve savaşçı bir kahraman gibi yetiştirilirken, kız çocukları daha çok ‘korunması gereken nazik varlıklar’ gibi yetiştirilir. bizi büyüten masallara bakalım: sindrella. prenses ne kadar zor duruma düşmüş olursa olsun, onu kurtaracak prensinin geleceğini bilir, bekler ve nihayetinde de prens gelip sindrella’yı kurtarır. kırmızı başlıklı kız; yabancılarla asla konuşmaması gerektiği öğütlenmiş, konuşursa başına felaket geleceğini anlatılmış kırmızı başlıklı kız ormanda önüne çıkan bir yabancıyla konuşarak ebeveynlerini haklı çıkarmış, felakete sürüklenmiştir. pamuk prenses; kötü kalpli cadının elinden kaçmayı başaran prenses ormanda kaybolur ve prens tarafından kurtarılır ve elbette sonsuza dek mutlu yaşarlar. hayatımızdaki insanlar hep kurtların, prenslerin, prenslerimizi elimizden alacak kötü kalpli cadıların imgeleri aslında. kadınlar erkeklere güzel görünmek için yaratılmış, erkeklerin işten dönüp eve geldiklerinde yorgunluklarını alacak, soylarını sürdürecek, lezzetli ve çeşit çeşit yemekler yapacak sevimli varlıklar olarak resmedilmiştir. erkekler de bu masalların kahramanlarını rol-model olarak alıyorlar elbette. hayatları boyunca zengin, yakışıklı, kavgacı, mücadeleci olacaklar; güzel, bakımlı prenseslerini düştükleri zor durumlardan kurtaracak, bunun için savaşacak ve kazanacaklardır. kadınlarının namuslarından sorumludurlar, bunun için gerektiğinde karısını, kızını, kardeşini öldürecek; rakiplerinin imrenerek bakacakları bir aile reisi olacak ve böylece sağlam temelle kurulan bu ailelerden sağlam bir toplum doğacaktır.

kadınlar daha küçücük bir kız çocuğuyken ‘prenses’ gibi olma fikri hayattaki en yakınlarımız, en güvendiklerimiz olan, dünyayı tanımakta yol göstericilerimiz olan ebeveynlerimiz tarafından bilinçaltımıza yerleştirir. daha küçük bir kız çocuğuyken yemek yapma, makyaj yapma, güzel bebekleri büyütme ve giydirme temalı evcil, hayat mücadelesinden kopuk, romantik, pasif oyunlarla büyütülüyoruz. erkek çocukları ise savaş, bağımsızlık, kurtarma temalı ‘kahraman askercilik’, ‘örümcek adamcılık’ vs gibi dış dünyaya yönelik, hayatın içinde aktif rol alan, mücadeleci oyunlarla büyütülür.
bu şekilde büyütülüp okul çağına getirilmiş çocuklar, öğretmenleri tarafından aynı tarzda eğitilmeye devam ediliyor. uslu, başarılı, başkaldırmayan kız çocukları her zaman örnek öğrenci olarak ön sıralarda yerini alıyor. hatta bazen sadece uysal oldukları için hak ettiklerinden daha fazla not verilir ve aşırı yardımda bulunulur. böylece kız çocukları riske girmeme ve kendini emniyette hissetme, erkek çocuklarına nazaran fazladan yardım alması gerekliliği duygularıyla tanışırlar. her zaman için güzel ve bakımlı olma zorunluluğu, kendi başımıza bir işe asla kalkışmamamız, erkekler kadar zeki olamayacağımız, ne kadar zorda kalırsak kalalım mutlaka bir gün bir başkası tarafından kurtarılacağımız, bir başkası tarafından geçindirilmek zorunda olduğumuz yargıları yerleşir.

bazı kadınlar (benim ortaokul yıllarımdaki gibi) küçüklüğünden beri bunu reddeder ve toplumca ‘erkek gibi’ diye tabir edilecek davranışlarda bulunur. collette dowling bu kitapta, kadıların buna korkuyu gizlemek için ‘karşı-fobik tarz’ diye geliştirdiği bir savunma mekanizması olduğunu okudum.‘kimseye ihtiyacım yok, kendi başımın çaresine bakabilirim’ mesajı yayan ergen kızı gerçekte açık bir semptom sergilemektedir. kadınların bu kendinden eminlik gösterişinin altında derinlere kök salan güvensizliği dengeleme çabası yatar. yüzeyden bakıldığında böyle bir kadın kesinlikle sırtını erkeğine dayamaz, oysa gerçekte her zaman gizliden gizliye istediği şey de işte budur. temel güvensizlik ve çaresizlik duygularını gizlemek için cesur, arsız ve bağımsız davranan kadınlarda bir çelişkili mesajlar sistemi ağır basar. bu kadınlarda cinsel kimlik paniği başlar, bağımsız olmak ister ama bağımsızlıktan korkarlar. gerçekten kendi ayaklarının üzerinde durduğu zaman, kadınlıktan uzaklaşacağından, sevgisiz, sevimsiz olacağından korkarlar.”

hiçbir kontrolünüz olmadığına inandığınız bir ortamda yeterince uzun süre kalırsanız, tepki vermekten vazgeçersiniz. buna ‘öğrenilmiş çaresizlik’ deniyor. yüksek iq’lu ve yetenekli kadınların kendilerini hayattan geri çekmelerinin, dünyaca tanınan bir yazar, sanatçı, iş kadını olmalarından korkup birine yaslanarak yaşama istediğinin, ömrünün en verimli çağlarında hamile kalmalarının, çocuk büyüyüp kendine bakabilecek durumda tekrar hamile kalıp kendilerini yine eve hapsetmelerinin nedeni de hayatta başına gelebilecek zorluklara karşı geliştirdikleri bu öğrenilmiş çaresizlik savunma durumlarından kaynaklanmaktadır.

kadının ve erkeğin olması gereken imajı aslında bizlere dayatılan gibi değilmiş. bunu, şimdi yanımda yüzünü asarak, dünyanın onun etrafında döndüğünü zanneden, kendisini akşam eve bırakmadığı gerekçesiyle sevgilisini terk eden ve sevgilisinin ısrarlı telefonlarını açmayarak sevgilisini cezalandıran bir ‘prenses’in yanından bildiriyorum.

kadın ve erkek gibi olmayı başkalarından öğreniyoruz ve bunu davranış haline getiriyoruz. kadın da olsa, erkek de olsa, bağımsızlık, insana özgü bir ihtiyaçtır. ancak bağımlılık duygusunun konforuna da zaman zaman, kadın olarak da erkek olarak da ihtiyaç duyabiliriz. güvenilen biri tarafından gözetiliyor olmak, sonsuz emniyette olmak hissi gerçekte her iki cinsiyetin de varmak istediği bir bitiş noktasıdır. bir başkasına güvenerek yaşamak, beraber çıkılan yol arkadaşlıkları zaman zaman rol değişimlerine ihtiyaç duyarlar. bu gibi rol değişimleri sayesinde çiftler arasında sağlıklı bir empati kurulmuş olacak, hem ilişkiler yaşanılası bir hale gelecek, bu olurken de ne erkekler erkekliklerinden, ne de kadınlar kadınlıklarından bir şey kaybedecektir. yeter ki bu bağımlılık, devamlılık arz eden karaktersiz bir bağımlılığa dönüşmesin.
kendine güvenmek en başta kendini sevmeyi gerektirir. kendine inanan insanlar, yetenekleri dışındaki şeylere ilişkin boş hayallerle kendilerini kandırmazlar. aynı zamanda yeteneği olduğu işlerde de geri de çekilmeyecek kadar cesurdurlar. böyle gerçekçi bir insan olduğumuzda ayaklarımız sağlam yere basar ve kendimizi severiz. kendimizi severek de bu dünyada kendimize verebileceğimiz en güzel hediyeye sahip oluruz: sevme özgürlüğü, kendiyle beraber bir başkasını da sevme özgürlüğü.

3 Kasım 2012 Cumartesi

Hem Ağlamasam Hem Gitsem?




Bukowski Reis 'Meslek olarak yazmayı seçmeyi düşünür müsünüz?" diye soran bir gence 'Komik olmaya mı çalışıyorsun' der. 'Hayır, hayır ciddiyim. Meslek olarak yazarlığı önerir misiniz?' diye üsteleyince de, 'Yazmak seni seçer, sen yazmayı seçemezsin' demiş. 

Şimdi o elinizdeki domatesleri, yumurtaları lütfen sakince yere bırakın. Asla yazarlık ile ilgili kendime paye çıkaracak değilim. Ama benim şu anda, şu saatte kafamda gelinlik modellerini netleştirmiş olmam gerekiyordu. Bu nöbetimin bana kalan saatlerini de buna ayıracaktım. Malum evleniyorum. Acilen gelinlik işini halletmem gerek. Akşamdan beri onlarca sitenin yüzlerce gelinlik fotoğrafları içinde kayboldum.  Birkaç tanesine baktıktan sonra sıkıldım, konsantre olma problemim yok, işleri oluruna bırakma seçeneği tam benlik, tembel insanın seçeceği iş. Bir süre sonra ilgim sitenin dizaynına, bugüne kadar kaç kez tıklandığına, yazı tipi rengine kaydı, toparlayamadım.

O fotoğraflara bakarken şaşırarak bakıyorum. Çünkü gelinler üzgün ve istemeye istemeye gidiyormuş gibi.   Çoğu gelinin yüzünde, gözlerinde, 'Hem ağlarım, hem giderim' adlı türküyü söyleyen, üzgün, hüzne boğulmuş, bir 'ne yapıyorum ben' kafa karışıklığı okunuyor. Ama Lanet olsun ki gelin kısmına hüzün harbiden yakışıyor. Nasıl ki anneye göbek yakışıyor, geline de mağrurluk, ağırbaşlılık hatta gözyaşı bile yakışıyor. Mesela çok bakımlı, çocukları o kadar bakımlı değilken pahalı pahalı elbiseler giyen, cart platin sarısı saçlı, her daim full makyaj bir anneye çok fedakarmış gibi bakamıyorum. Bunu bize kim öğretti bilmiyorum. Sanki elleri sudan çıkmadığı için sertleşmiş, balık etli, sırtında soğuk geçirmesin diye yelek, ceket vs olan bir anne, daha fedakar, daha çekmiş, daha anne. Anneliğe acılarının, yoksullukların, yıpranmışlıklarının büyüklüğüne göre değer biçtiğime inanamıyorum. Ne bileyim, lanet olsun sana Bukowski anlatamıyorum söylemek istediklerimi. Belki bunun böyle olduğunu düşünün başka birileri de vardır, ben daha cümlemi bitirmeden içlerinden 'Hah, ben anladım kız seni' diyorlardır. Belki yoksulluğu iyilikle, zenginliği kötülükle bağdaştırdığım için zenginlik ve annelik kavramlarını bir araya getiremiyorum. 

Gelinlere de benzer anlamlar yüklemişiz. Kına gecesinde ağlamayan gelin az da olsa yadırganır. Gelinliğiyle baba evinden çıkarken 'Aman makyajımı yeni yaptırdım, ağlamayacağım' diyen gelin az çok yadırganır yine. Düğününde çılgınlar gibi oryantal oynayan geline atılan bakışlar on kaplanı yerinden sarsacak denli kuvvetlidir. Yeri gelmişken, bu Asena düğününde oryantal show yapmamış mıdır yahu? Bir de o dansöz kıyafetlerini tülle, duvakla gelinlik halini getirip oynasaydı fena mı olurdu? Her hafta televizyonda o kadını büyük bir iştahla bekleyen/izleyen gözler 'Aaaaa, geline bak, puu, yazıklar olsun nasıl kırıtıyor' mu diyeceklerdi. Hem bu Asena evli mi bekar mı arkadaş? Gece gece yazıklar olsun kim aklıma düşürdüyse. Neyse. 


Beyaz demek masumiyet demek. Gelinlik beyaz olmalı. Topuklu ayakkabı olduğundan daha zarif, uzun gösterir, hanım hanım, sülün gibi, böyle çok uzun, güzel görünürsün. Duvağın uzun olmalı ki puslu puslu böyle dumanların arkasından bakar gibi pozlar atarsın etrafına. Kötü demiyorum, kim düşünmüş etmiş bunları bilmiyorum ama harbiden estetik kanunları diye bir şey varsa, bu gelinlik kanuncusu adam kitabı hatmetmiş, Cumhurbaşkanının üzerine fırlatmış, hatta eline vermiş. 

Şimdi sıkı durun, can alıcı soru geliyor? Peki arkadaş Why not? Yahu, neden ya neden, kafayı yiyeceğim?Bakmayın böyle isyankar isyankar takıldığıma, hepimizin bu gelin olma durumu hakkında hissettiklerimizi, psikolojik yatkınlıklarımızı az çok biliyorum. Neticede 29 yaşımdayım. Haha, artık evlendiğim için rahat rahat yaşımı söyleyebilirim. Evet arkadaşlar ben 25 değil, 27 değil, tam 29 yaşımdayım biliyor muydunuz siz (Bal Deresi) Siz 2013 gelinlik modellerine bakarkene ben bunları düşünüyorum :) Neyse gece gece yine çenem düşmeden bunun nedenlerini anlamaya çalışayım. 

Bir gelin neden hüzünlü olur, neden her daim kafası karışık olur? Kına gecelerinde ağlanır da, erkeklerin bekarlığa veda gecelerinde neden içilip dansözler oynatılır? 

Kadınlık ve erkeklik neden bu kadar zıt şeyler hiç anlamıyorum gerçekten. Kadınların kafası harbiden bu kadar karışık mı Ece Temelkuran kardeş yahu? Bizim duygularımız, doğamız neden bu kadar karmaşık? Erkekler neden hep net ve beyinlerinde hep ileriye dönük planlar yaparken, kadınlar neden hep ayrıntıya boğulmak zorunda?

Geline hüzün yakışıyor mu? Açık açık söyleyeyim, evet, çok da güzel yakışıyor. Annenin eline öksürük şurubu yakıştığı kadar yakışıyor. Damada şöyle kıravatını dağıtmış, gömleği, yakayı paçayı dağıtmış, hınzırca fotoğraflar veren evin haylaz çocuğu olma durumu yakışıyor mu? Hepsi dünya ahiret kardeşim olsun, çok da güzel yakışıyor Allah için. Yok arkadaş, çıkamadım bu işin içinden ben. 

Ben çok mutluyum. Uçuyorum. Bugüne kadar kendini bir yere ait hissedememiş ben, yeni evimin eşyalarını nasıl özenle seçtim, nasıl heyecanlıyım anlatamam. Düğünümde oynayacağım, eğleneceğim diye beyaz bir çift converse alıp tülle mülle süsledim, neredeyse il dışına sürülecektim annem dahil çevremdeki kadınlarca. Kısa gelinlik olsun diyorum, kaşlar anında yay olup yukarıya yukarıya kalkıyor. Bordo gelinlik fikrimi henüz açamadım bile, ödüm patlıyor düşünce okuma yöntemi çıkmıştır da kan çıkar vesselam diye. Zaten kendimi çok ele veriyorum, aile efradı 'Gelinliğine karar verdin mi' diye sorunca ağzımdan direkt 'Uzun olacak, beyaz olacak işte' Diyorum. Annem böyle nasıl sinir oluyor, dalga geçtiğimi sanıyor. 'Herhalde uzun olacak beyaz olacak, işte straplez mi drape mi, sen bana onlardan haber ver' diyor. O kadar net.

Neyse, bu yazının bir yere varacağı yok, anlaşıldı. Geline hüzün yakışıyor, ağırlık yakışıyor, masumiyet cuk oturuyor. Var burda bir meret, çözemiyorum. Ama duuur. Daha duvak modellerine geçmedim, asıl olay orada çözülecek gibi geliyor. Yeterince duvak görürsem bu hüznün nedenini anlayacakmışım gibi bir his var içimde. Du bakalım. 




Not: Bu yazı için Converse A.Ş'den tam 1 milyon dolar reklam ücreti az önce hesabıma geçti. Bal deresi beni saraylarda yaşatacakmış. Asena'da viral reklam uygulamamla Fazıl Say ile birlikte yeniden Türkiye gündemine oturacak (Fazıl'ın reklamını yapmama gerek yok) 

Çiğdem Karakuş Saper

Converse A.Ş ve Bal Deresi A.Ş'lerinin Türkiye Bölge Reklam ve Pazarlama Uzmanı