29 Temmuz 2012 Pazar

Msn hesabı açılan babanın yaşadığı kültür şoku


İnsan birini beraber yolculuğa çıkmadan tanıyorum, babaya da msn adresi almadan önce "eski toprak", "karizmatik adam", 'tebrik ederim, yıllardır tanıyorum, kendisini hiç bozmadı' dememeliymiş arkadaş. Baba neydi? Sevgiydi, ataydı, yedi ceddimin en birincisiydi. Sevgi neydi? Emekti. Değildi işte be Asya. Bence Al Yazmalım' da kesinlikle Kadir İnanır'a dönseydin, hala filmi izlerken bir umut 'belki bu sefer İlyas'ın elinden tutar da kamyona biner' diye bekliyorum. Toparlıcam;

-Çido, bana esemes alsana.
-He?
-Esemes ya, hani Almanya'dan halanlarla konuşuyoruz ya arada. Kameralı olsun.
-Haa, mesene diyorsun sen.
-Hayır, windows live messenger 9.0.. Hiç mi ingilizce öğretemedim ben sana?

Sevaptır, birlik beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde babama msn hesabı açtım. Nerden bilirdim işlerin böyle olacağını? Nerden bilebilirdim ki yıllar sonra yaşlanmış halimle gelip bu hatıraları tekrar canlandıracağımı.
ali1958 oturumu açtı.

-ahahaha, baba?
-ali1958 ileti yazıyor. ali1958 ileti yazıyor. ali1958 ileti yazıyor. ali1958 ileti yazıyor. ali1958 ileti yazıyor. ali1958 ileti yazıyor. ali1958 ileti yazıyor.
-slm.
-ahahahaha, babacım şifreni unutmamışsın.
- ali1958 ileti yazıyor. ali1958 ileti yazıyor.
-ali1958 bir titreşim gönderdi.
-ahahahaha, baba titreşimi yazarak gönderdin. sanırım bu bilişim tarihinde ilk defa oluyor. tebrikler.
-ali1958 göz kırpıyor (ekranın ortasında uçuşan kalpler, zarflar, dans eden/gitar kıran çocuklar).

E tabi evde zılgıtı işitiyoruz, Vay efendim neden hızlı yazmayı öğretememişiz, neden avatarına resim koymamışım.

-ali1958 oturumu açtı.
-Baba işyerindeyim. Meşgulüm.
-(böyle yanar döner ışıldak harflerle) Facebooktan ekledim seni. Gelirken 3 g telefonların fiyatlarını araştır. Vay imansız, engelleme beni, engelleyenleri görebiliyorum.

Vay benim babam, vah bana, vahlar bana. bir filmde görmüştüm: Kültür şokuydu bu. Babam iyice kontrolden çıkmıştı.. Arkadaşlarıma "sözlük kasıyor, msn var mı? diye sormasını düşünemiyordum. Hay elimi eşşek arısı soksaydı, Dirhem dirhem deliriyorum. Evimizin direği, gözümüzün bebeği. "ali" mütemadiyen göz kırpıyordu. gidip kimlerin kapısını çalayım, kimden medet umayım?

ali1958 size bir göz kırpması gönderdi.

bu kadar sık göz kırpması gönderemezsiniz.

bu kadar sık göz kırpması gönderemezsiniz.

bu kadar sık göz kırpması gönderemezsiniz.

Gerçekten microsoft bu göz kırpmasında bayağı bi cömert davranmış. Hiiiç olmamış.

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Bir matbaayı bile doğru dürüst yayamamış insanoğlu


At torrent'a gitsin değil mi? Biz hallederiz tövbe estağfirullah. Yalan değil, epey kırgınım. Üç yaşındaki yeğenimin 'teyze, söyler misin acaba matbaanın gelmesi neden bu kadar gecikti' diye soruyor, gözlerimi kaçırıyorum, başka tarafa bakıyorum. 'o değil de fok balıkları çok yalnız' diye hüznünün yönünü değiştiriyorum. Benim çok mu hoşuma gidiyor el kadar çocuğu kandırmak, oturduğun yerden 'geceleri huzurla başını yastığa koyuyor musun' diye sormak kolaydır. Neler çektiğimi ben bilirim. 

Matbaa esasında roma rakamıyla yedinci yüzyılda bulunmuş çocuk. Latin rakamlarıyla bulununca inanmıyorsunuz. Osmanlı'ya gelişi 1772. Daha fazla soru sorma çocuğum. susuyorum çünkü çocuğun gerçeği pedagojik formasyon almış bir tarih öğretmeninden duymasını istiyorum. Uzmanlar bunu öneriyor.

Şimdi cahil, aklı bir karış havada, andavallı.  homo sapiens'in kutsal olduğuna inanıyor. 'Ya teyze bi git allah aşkına, adamlar yazıyı tee mağaralarda avladıkları hayvanların derilerine yazıyorlarmış, doğru konuş' diye maskara edecek beni.

Hele hele ilk modern matbaanın 1430 yılında kurulduğunu ve osmanlı'ya -o da engizisyondan kaçan yahudilerin yardımıyla- 1488'de geldiğini ancak tevrat bastıkları için yasaklandığını, en nihayetinde allah yüz bin kere razı olsun lale devrinde İbrahim Müteferrika'nın 1727'de getirdiğini nasıl açıklayacağım konusu asıl beni delirten. İnsan böyle bir şeyi küçüçük bir çocuğun gözlerinin içine bakarak nasıl direkt söyleyebilir ki? Heyhat heyhat mı?)


Gerçi şu anda matbaa var da ne oluyor, halen kitaplar toplatılıyor, polis baskınarından bir gece önce yakılarak imha ediliyor, bunu da bir şekilde anlayışla karşılayacaktır herhalde (burada Levent Kırca tanrıları ruhumu esir alıyor)

Tüm bunların toplamında, asıl içimi yakan da şu oldu, bu adamlar matbaayı bulacağız diye yüzyıllar önce asrın icadı 'geciktirici'yi bulmuşlar, farkında değiller.

Şimdi yeğenim gelip 'teyze peki geciktirici nedir?" diye sorsa piskolocik miskolocik dinlemem, insanoğlunun matbaayı yaymakta neden bu kadar geç kaldığını pat diye söylerim. Yerim piskolocisini de, şeyini de.

Hayatın sadece bizim seçimlerimizden oluştuğu palavrası


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellâl iken, pireler berber iken, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken birileri bir arada yaşamak zorunda kalmışlar. Bütün bir arada yaşamaya başlayan insanların  ilk akıllarına gelen gibi, bunların da ilk icraatları düzeni kurmak sevdasına, bir takım kurallar üretmek olmuş.  Modern anayasa, içtihat, görgü kuralları, pencereden sarkan ve arkandan 'Nereye gidiyorsun bu saatte komşum hu huu' diyen tombul kollu teyzelerin,  gençlerin fiziksel ve ruhsal gelişimlerini belirleyen kurumlarının çıktığı kaynak budur. 'İlişkimizin adını koyalım'  Sen git avlan, mağaralara avladığın hayvanların resimlerini çiz, hanımınla eğleş, tekerleği bul, matbaayı yay (hiç darılmaca gücenmece olmasın, bunda epey başarısızdınız, hiç yapamıyorsan torrent'e falan at, gençler halleder zaten). Ne bileyim ne güzel hayatlarınız var, havadar ceylan derisi kıyafetlerinizle git takıl efendi gibi homo sapiens. Yok ama, kurtarmaz. Sen koskoca insanlıksın, her şeyden önce kutsalsın. Hemen çıkmasına, doğrusuna bakmadan alel acele toplama bir toplum kurup içindeki insanların analarından emdikleri sütü burnundan getirmen gerekir. Tabiatın kurusun. 

Okulda bize ilk öğretilen 'Okuduğunuz metni yazıldığı dönemin koşullarına göre değerlendirin' olmuştu. En  baba yazarlara bile ukala ukala 'Ben de yazarım, ne var ki bunda? Yeşilçam'da çekilse geyiğini yaparız, William Shakespeare yazınca Romeo ve Juliet olmuş işte' derdim. Metinleri ve filmleri o dönemin koşullarına göre incelemesini -dönem hakkındaki bilgi eksikliklerimden de olabilir- pek becerebildiğim söylenemez. Ama bu yöntemin empati becerimi geliştirdiği aşikar. 

Konuşma tarzını, politik kimliğini, giyim kuşamını, karakterini vs beğenmediğiniz insanların o hale nasıl geldiklerini düşünmek, ona duyduğum öfkeyi cidden azaltıyor. Öfke diyorum, çünkü manyak bir toplumda yaşıyoruz. Nefret söyleminin kapsama alanı ne ara bu kadar genişledi bilmiyorum ama artık açık açık hedef göstermelere, linç edilmelere kadar genişlemiş durumda. Biz de bu toplumda yaşaya yaşaya bir kere bile karşılaşmadığımız insanlara elle tutulur bir nedenimiz olmadan sevgi duymaya, onlardan nefret etmeye başladık. Çok analitik düşünebilen biri değilimdir ama, herkesin her yaptığının ardında mutlaka ama mutlaka kendine özgü mantıksal bir açıklaması bulunuyor. Yaşananlar bir bütün olarak görülüp yorumlandığında, bize çok absürt olan bir davranış, başka bir kimsenin standardı olabiliyor. Zaten memleketçe başkalarının hayatlarına bakarak bir 'doğru' 'yanlış' belirleriz. Kendimizinki de dahil olmak üzere bütün hayatlara da sayıca baskın olanlara bakarak bir değer veririz. Çok övündüğümüz, kutsal bulduğumuz ahlak kuralları böyle oluşuyor işte. Çok olanlar haklı. Ne kadar kolaycı, hiç düşünme gerektirmiyor halbuki. Bu kadar kutsal görecek, sahiplenme hakkını kendinde görecek ne emek verdin, kaç ATP yaktın ki bunun için?

An geliyor, hiç olmayacak şeyler yapıyoruz. Kendime bile şaşırdığım, hunharca tokatladığım zamanlarım oluyor. Bir keresinde bir hizmet içi eğitim programında konuşmacı olmuştum da, bunu daha sonra evdekilere gelip anlattığımda daha önce kendimin bile duymadığım buğulu, seksi, neşeli, olağan bir şeyi anlatıyormuş gibi duran ama aslında elime megafon versen sabahlara kadar anlatabileceğim bir olayı, o tuhaf karışım ses tonumla: 'Nasıl geçti gününüz, benim de nasıl olsun işte bugün eğitim verildi, ben de konuşmacıydım işte, Bursa değil sadece, Marmara genelinde, hmm. Bin kişi vardılar herhalde, ondan sonra öğlen yemeğe dışarı çıktık vs..' Şimdi insan kendi kendini bile yeri geliyor tokatlıyor, neyin değişmeyeceğini iddia edebilirsin ki? Ne yaşadığını bilmeden kimin hayatını sorgulayabilirsin ki?

İnsan kendini değerli hissetmek zorundadır beyim. Başka türlü baş edemiyor, yapamıyor. Kendinin değerli olmadığına inanmıyorsan,  başka insanlardan daha özel hissetmiyorsan ve bunu sorun ediyorsan, zalım tıp bilimi karşısında hastasın. Kendine çok güvenen, kendini aşırı beğenen biriysen ve bunu sorun olarak görmüyorsan, neyse ki aynı zamanda adil olan tıp bilimi karşısında yine hastasın.

Bu standartları kim koydu bilmiyorum. Ortalama bir davranış biçimi var, başına gelenlere vermen gereken tepkiler var ve bunu kitaplaştırmış bir otorite var. Orada yazılanlar dışındaysan iyi bir çocuk değilsin ve üzgünüm ortalamadan sapmak federal bir suçtur.

Benim yazma serüvenim şudur: Yazmaya başlamadan evvel kafamda olan şeylerin hiçbirini yazıya dökemem ve iflah olmaz bir konuyu toparlayamama, dağıtma, daldan dala atlama, dallandırırken budaklandırma hastasıyımdır. Yardım almıyor değilim, tedavi oluyorum.

Yukarıda söylemek istediklerimi neyse ki Gönül Yarası filminde Dünya (Meltem Cumbul), Nazım Öğretmene (Şener Şen) söylemiş.




-Bana çaresizlik mavalı atma. Her şey bizim elimizdedir. 

-Elimizde mi? Elimizde mi? Öyleyse iyi dinle. Ben 13 yaşındayken 2 kişi tecavüz etti bana. Ailem o herifleri yakalayacağı yerde beni kurşunladı -namuslarını temizlemek için-. Sokaklara atıldım ben, süründüm. Pavyonlara düştüm. Ama her şey benim elimdeydi öyle mi? Kocam sabah akşam hiç acımadan dövdü beni. Üstelik de beni kurtarmak için evlenmişti. Bütün bunları ben mi yaşamayı istedim? Kim bana bunların hesabını verecek? Asıl sen bana maval atma öğretmen!


sonrası Şener Şen' in elleriydi zaten.

Diyeceğim odur ki bilip bilmeden konuşup durmasak ne de şık olur (artık burada çıldırmış), yazıklar olsun bize, imagemakerlarımıza, yaşam koçlarımıza! Yazıklar olsun şeklimize, kalıbımıza!  









15 Temmuz 2012 Pazar

Ölümü düşünmek

Sigaraya başladım. Zaten yıllardır içkinin yanında yıllardır kullanıyordum, iyi oldu. Üç günde dördüncü paket bitti. Boğaz enfeksiyonu geçirdim bu yüzden. Antibiyotiğe başladım. İki gündür çok fazla buz yediğim için de ateşim çıktı. Ayak tırnaklarımı kökünden kopardım. Kanadılar. İki gündür tek başıma bu odanın içindeyim. Aynur Doğan söylüyor şimdi. Ben ölünce bu kadın arkamdan ağıt yaksa olur mu? Sahi siz de kendinizi çok değersiz ve yalnız hissettiğinizde ölümü düşünmüyor musunuz? 

Hangi şekilde ölmüş olursam olayım, tüm sonuçlarda aslında ne kadar sıradan bir kimse olduğumu anlıyorum öldüğümü düşününce. 

Herkesin dillendirdiği "eser bırakma" isteği vardır. E bıraktım diyelim?

Çok güzel bir şarkı bestelemişim, hatta destanlaşmış, yüzyıllardır dinlenen bir türküymüş bu. bir oğlan dinlemiş, sevdiği kıza açılmış sonra evlenmişler. Sayemde birileri mutlu olmuş. 

Devrim olmuş ülkemde diyelim, benim sayemde halklar özgürlüğüne kavuşmuş, fotoğraflarım süslüyor meclisin duvarlarını. ben öldükten patronlar artık işçileri sömürmüyormuş. 

Bir kitap yazmışım ben. Bestsellerdenmiş. Benim yazdığım cümleleri okumuş bir genç kız, gece uykusu gelmiş sonra komidinin üzerine koymuş ışığı kapatıp yatmış. Kitabın kapağında benim ismim yazıyormuş. 

Çocuğum varmış benim. Onu dünyaya ben getirmişim. Bütün hayvanları, bitkileri, nesneleri, organları ben öğretmişim ona. Ateşin yaktığını, suyun söndürdüğünü, yüzmeyi, okumayı, hücreyi, çeperi ben öğretmişim ona. 

Ben şu anda ölüyor olsaydım, hala birileri içmeye gidiyor olurdu, patronlar işçileri sömürüyor olurdu, şu bilgisayar şu masanın üzerinde hala duruyor olurdu, dışarıda araba sesleri geliyor olurdu. 

Ben şu anda ölüyor olsam, hiçbir şey değişmezdi. Dünya yine dönüyor olurdu. Babam hala öbür odada televizyon izliyor olurdu.

Bazen ne kadar önemsiyoruz kendimizi.

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Facebook'ta yakaya yapışan uzaktan arkadaş

neden onsuz yapamayacağımıza inanıyor bilmiyorum ama merak uyandırıyor, kendini de izletiyor it.

sayende online olamıyorum. sahi sen online olur olmaz 'naber kaçaaaak' diye yazan bir otomatik bot musun? bunu kendine yapma.
gönderi gönderi takip ediyorsun, ben senin namusun muyum? hayır.
her yazdığıma 'deliiii:)' 'çatlakk' 'çalıyorumm' yazıyorsun, bugüne kadar ağzımızı açıp tek bir kötü laf ettik mi? asla.
başka yerlerde takip ettin, bir güne bir gün anfarov ettik mi, bulokladık mı zalımoluzalım, yapmadım.

olur olmadık fotoğraflarımın altına annemlere selam söyledin, söylemedim mi? aleykümselam.
yanlışlıkla bir gönderini beğendiğimizde 'heyy, orda mısın, neden online değilsin' diye kan kırmızı rengindeki özel mesajlarını yuttuk mu? inanmazsan git sor, herkes kızılcık şerbeti içtiğimi zannediyor.

geçen sene seni kızkardeşim diye eklemedim diye mi yapıyorsun bunları? bak ben gerçekten iyi hissetmiyorum. piskolocik sorunlarım var benim. insan sevmiyorum ben. kişisel algılama kurban olayım. kabul benim de sana karşı ilgisiz kaldığım zamanlar olmuştu. son zamanlarda epey ihmal etmiştim seni, yorumlarına direkt 'beğen'e basıyordum -bu seni bir süre susturuyordu- ama son yaptığın yenilir yutulur cinsten değildi, kabul et.

check-in yaptığın bir mekanda çektiğin kemalpaşa tatlısı fotoğrafı çekip beni etiketlemişsin. hayır hayır. bunu bize yapamam. artık gece gündüz facebook chat'te kimin yolunu gözleyeceksin bilmiyorum ama, ben pılımı pırtımı toplayıp babamın evine dönüyorum. hem ne diyordun sen geçen 'bi lafa bakarım laf mı diye, bir adama bakarım adam mı diye'.

son bir şey: en ağırıma giden de beni aralarındaki en tombul kemalpaşa tatlısında etiketlemen olmuştu. buna katlanamazdım. ne oldu, sustun kaldın. yoksa anfarov, bulok, engelle ve arkadaşlarımdan çıkar seçeneklerinin hepsine aynı anda mı maruz kaldın hayatım?

Neyse meşgulsn sanırm ben yatyrum iyi eglncelr sana

12 Temmuz 2012 Perşembe

Bipolar Bipolar Yaylalar

Sekiz yıldır hiç ara vermeden çalışıyorum. Bir özel hastane, dört tane de devlet hastanesi değiştirmişim. Çok afedersiniz dolu dolu yirmi dokuz yaşımdayım. İşyerlerimden her ayrıldığımda aynı soru sorulur bana 'canım stajın bitti mi'. Biliyorum, bir kadın için olduğundan küçük görünmek avantajdır. Ancak üç buçuk yıl bilfiil çalıştığım iş arkadaşlarım da artık beni stajyer sanmasın bir zahmet. Ne yazıktır, binbir umutla başladığım 'dayre'lerde de adam yerine konulduğum pek söylenemez. Ben her ne kadar kendimi kurup, en döpiyesli, en full makyajlı halimle, en yüksek topuklu ayakkabılarımın üzerinde fıtı fıtı işe gidip yüzüme birazdan ana haber bülteni sunacak spiker ifadesi takınsam da hevesimi söndürüyorlar. Çay söyleyecekleri zaman bana tereddütle bakıp 'Sen çay içer miydin canım' diye sorduklarında çok gücüme gidiyor. Yok ablacım, çay değil, oralet söyle istersen bana. Valla. Ya da tamam çay söyle ama üzerine soğuk su ilave edelim, yedi yaşımdayım ya ben, sıcak çay içemiyorum. Süt dişlerimin minelere zarar veriyor. İnsanların beni ciddiye almamalarının, ciddiye alsalar bile yeri geldiğinde ilk kurban verilecekler listelerinin zirvesinde benim olmam, elbette ki benim hatam. Ne zaman bir mağazada aristokrat takılmaya kalksam, para üstünü alırken 'Dur canım, ben sana iki buçuk lira vereyim, sen düz hesap on lira çevir bana' dediğimde olayım bitiyor. Otobüste tüm ağırlığımla tuğla kadar kitap önümde takılmaya çalışsam da 'Arkaya  doğru ilerleyelim beyler' ile oracıkta yalan oluyorum. Dolayısıyla yeri geliyor, ortaokul öğrencisi kuzenlerimden bile azarı işitiyorum. Onlara bu rahat davranma özgürlüğünü ben veriyorum elbette. Çoğu zaman bu gevşek ortam hoşuma gidiyor. En azından vücudumdaki ihtiyaç fazlası enerjimin bir kısmını yakabiliyorum. Bu arada kayıtlıdır, yetmiş iki saat uykusuzlukla, üstelik konuşma konumunda bir bataryaya sahip bir bünye benimki. Eminim ki kendimi stand-bye konumuna getirince rahat bir haftayı çıkarabilirim.

Bipolar bozukluğun en önemli belirtilerinden biri bu uykusuzluk hallerinde kendini hiç yorgun hissetmemek ve davranışlardaki ani değişkenliklermiş. Ben bunu uzun bir süre 'ikizler burcu kadını' olmama bağlamıştım. Zaten Allah göstermesin, biz ikizler burcu kadınları olarak sağolsun sayenizde ne şerefsizliğimiz ve karaktersizliğimiz kaldı. Mahkeme kararı ile insan ismini, babasını, dinini bile değiştirebiliyorken burcunu değiştiremiyor maalesef.

Bipolar bozuklukta 'mani' halleri varmış. Henüz bana konmuş bir teşhis yok ama, insan kendini bilmez mi? Biliyorum, hepiniz bilip de benden gizliyorsunuz. Gelin yüzüme karşı da söyleyin, metinim. Ben iflah olmaz bir bipolarım. Neyse ki, bunun hiç bitmesini istemediğim dönemi 'mani' evresi. Beyin burada dayıyor mutluluk, enerji hormonlarını, dışarıya şahane manzaralar veriyorum. Misal, halay  başında kontrolden çıkıyorum ve peşimden sürüklediğim insanlarla yörüngeden sapıp gözlerden uzaklaşıncaya dek halay çekiyoruz. Düşünsene, başına ne gelirse gelsin içinizdeki ses sürekli 'koy götüne rahvan gitsin' diyor. Bedava terapi. Kafam hep binbeş yüz. Gece gündüz uçuyorum, kaçıyorum, zıplıyorum, atlıyorum. Bir keresinde hiç unutmam, ameliyatla ayı olmayı bile düşünmüştüm ki altı ay kadar uyuyabileyim ve kimsenin buna itirazı olmasın.

Velhasıl bu bipolar zıkkımının diğer kısmısı çok acıklı. Reklamlarda bile ' O kadın neden kireç sökücü kullanmıyor, gitti güzelim çamaşır makinasının rezistansı, görüyormusun? diye boynumdan tuvalet kağıdı rulosunu geçirip hönküre hönküre ağlıyorum. İçimdeki ses sürekli 'haybeye yaşıyorsun be Çido' diyor. Zaten çalışılan yer de hastane olunca, kopan elini diğer elinde taşıyarak getiren insanlarla karşılaşabilmeye müsait bir yerde çalışınca, ağlamak için neden bulmakta hiç zorlanmıyorum.

Bu bipolar mevhumu kullanmasını bilene büyük bir zenginliktir. İnsan kendine yaratıcıyım demez ama, mani dönemlerimde yazdıklarımı depresif dönemde okuduğumda başka bir kalemden çıkmış gibi geliyor. İnanamıyorum, şaşırıyorum, ben ki silmek için telefonun mesaj kutusunda kendi mesajlarıma denk geldiğimde bile utanıyorum, kızarıyorum; kendi kendime 'güzel yazmış piç' diyorum. Sonra oturup kendi kendime piç dediğim için bir güzel ağlıyorum. "Piç sensindir" "Sana benzer" diye kısır döngüsü bir ağız dalaşına giriyorum. Kimbilir bu bipolar bozukluk hangi Nihat Doğanlar evreni Tanrılarının bana kutsal bir emaneti. Acaba nasıl bir hata işlemiş olabilirim ki, Tanrıları hangi sebepten kızdırmış olabilirim ki, bana böyle bir ceza verdiler. Ama bildiğim tek şey, bipolar bozukluk, bana kundaktaki bebek emaneti gibidir. Bipolar bozukluk benim namusumdur (eğer bir gün 'yazıların sonunu doğru dürüst bir yere bağlayamamaktan' ölürsem lütfen bundan çocuklarıma bahsetmeyin)











2 Temmuz 2012 Pazartesi

Otobüs camına yaslanan hayat

Saatlerdir evin en arka odasında, rahatsız bir sandalyede hareketsiz oturuyordu. Odanın içindeki her nesneyi en az doksan dakika izlemişti. Hayır, hayır. Şu tavanda yanan lambaya tam üç saattir baktığını hesap edersek, bu diğerlerine bakma sürelerini hiç olmazsa en az kırk dakika düşürürdü. Duvardaki saate baktı. Uzun süredir sadece ışığa baktığından, ilk birkaç dakika yalnızca karanlık gölgeler görebildi. Gölgeler hiç gitmiyordu. Hatta bir an, eskisi gibi göremeyeceğini bile sanmıştı kadın. Gölgeler, dikkatli bakınca geometrik şekiller halinde odaya yayılıyordu. Saatin merkezinden odanın içine doğru yayılıyor, yayıldıkça oda daha da kararıyordu. İnsan, gözlerini ışıktan çekmeden, uzun süre odaklanırsa, diğer nesneler geçici bir süreliğine görünmez. Ama bu, mesele değil. Alışmak, insanın en zorlanmadan yaptığı iş. Günışığı, yalnızca ona alışana dek karanlıktadır.
Nihayet saati görebilmişti. Dokuz buçuk. Beklediği, birkaç gündür gece yarılarına dek çalışıyordu. Kalktı, bugün defalarca olduğu gibi, mutfağa doğru yürüdü. Buzdolabını açtı, ışık bu kez gözlerini alıyordu. Eli, ekmek dolabına doğru eskiden kalma bir alışkanlıkla gitti. Aslında ekmek dolabının kapağı açıktı, boş olduğunu görebiliyordu, ancak yine de elleriyle dolabın tüm köşelerini yoklamak onu rahatlatıyordu. Sabahtan beri hiçbir şey yememişti. Hemen alt katta ekmeklerle dolu bakkal, onun yanında ise, kokuları bazen evinden bile duyulan çeşit çeşit mamüllerin yapıldığı pastane vardı. O, her saat başı boş olan ekmek dolabını eliyle yokladığında açlığını biraz daha duyumsuyordu yalnızca.
Kapının kilidinden çıkan sesler kadının göz bebeklerini genişletti, içeri giren kızının elindeki ekmeği görünce ise kocaman bir gülümseme yüzüne yayıldı. Kız, annesini gülümsemesinden öptü.
-Yine bir şey yemedin di mi? Bakkalın telefonunu bıraktım telefonun yanına. Konuştum da, arayınca istediğini getirecekler.
-Bırak şimdi sen beni, şöyle otur, soluklan.
Kız, annesinin günışığına çıkmamaktan ve havasızlıktan gün be gün solmuş, kirli sarı renkteki sağlıksız cildine alışmıştı. Yüzündeki gölgeleri görmüyordu bile Her akşam yaptığı gibi iş-ev arası yolculuğunu, otobüsten görebildiği kadarıyla annesine anlatmaya başladı. Bu, onların dışarıdaki dünyayı birlikte izlediği penceleriydi. Kız, pencere kenarına oturabilmiş, şanslı olan yolcuydu. Gözleri; işiyle evi arasındaki sokaklarda, caddelerde bulunan her renge değebiliyordu. Birazdan sevgilisiyle buluşacak bir genç kız ona gülümseyebilir, temizlik işinden dönmekte olan kadının manasız, ışıksız gözleriyle buluşabilirdi. Annesi her akşam kızına dışarıda neler olup bittiğini sorardı. Kız bazen sevimsiz şeyler anlattığında kızardı ona. Kızının insanlara haksızlık ettiğini düşünürdü. Kız da her defasında gördüğü en güzel şeylerden başlayarak anlatmayı alışkanlık haline getirmişti.
Altı yıldır bu evin içinden dışarıya adımını atmamıştı kadın. Altı yıl önce, küçük oğlu uçurumdan denize düştü, orada da kaldı. Ekipler gece gündüz demeden arama çalışmalarını sürdürüyorlardı. Onunla aynı anda arabanın içinde olan kocasının cesedi bulunmuştu ama, oğlu küçüktü, küçük cesedi o denizde bulabilmek daha zordu. Oğlunun belki bir mezarı olsaydı, kadın dışarı çıkabilirdi. Gerçi ablası sonradan kardeşinin bütün kıyafetlerini ve eşyalarını bir çukura gömdü, oraya da kardeşimin mezarıdır dedi ama, kadın bir kez bile gitmedi oraya. Kadın kazada arabadan fırlamış, bir kayanın üzerine sırtüstü düşmüştü. Gözlerini açtığında gördüğü ilk şey, masmavi gökyüzü olmuştu. O günden sonra gökyüzünü bir daha hiç görmemek için kendini eve kapattı kadın. Kız dışarıda gördüklerini annesine her gece böyle anlatıyordu. Altı yıl kimse denizden bahsetmedi.
(Agorafobik (evden dışarı çıkma korkusu) bir kadının hayat hikayesinden esinlenerek yazdım)

1 Temmuz 2012 Pazar

Hep sonradan..

Ahmet Kaya'nın şarkısı, 'Hep Sonradan' daha önce yüzlerce defa değdi kulağıma. Şimdi anlıyorum, sıyırıp geçmiş. O zamanlar vücut sıcak, vurulduğumu anlayamamışım. Ya bir öğrenci evinde 'efkar' ın ne demek olduğu hakkında en ufak bir fikrim olmadan demleniyormuşum, ya da odanın içine sadece Ahmet Kaya'nın o tok ve buğulu sesi dolsun diye, ara ara nakarata mırıldanarak harcamışım güzelim şarkıyı.
Merak ediyorum; o zamanlar adam: 'Ne sen Leyla'sın ne de ben Mecnun' dediğinde ne düşündürüyormuş bu şarkı bana. 'Ne sen yorgun ne de ben yorgun, kederli bir akşam içmişiz, sarhoşuz hepsi bu' dediğinde de mi uyanmamışım ben?
Benim iki kuruşluk aklımla, yirmili yaşlarımın sonunda vardığım hayat felsefesini adam on yıl önce kulağıma fısıldıyormuş. Madem biz bizeyiz, bunu söylemekte bir beis görmüyorum; hayat, oralarda pek de güzel değilmiş, aslında yaşandıkça güzelleşiyormuş meret, ekranları başında orta yaş grubunun bloglarını okuyan siz değerli 17-24 yaş grubu genç arkadaşlarım. Hayır efendim, elbette sizin yaşadığınız da güzeldir, ama şu anda hissediyor sandığınız şey, aslında gerçekten yüreğinizden gelen sinyaller değil. Onların giydirilmiş hali. O dönemde ağzınız epey iyi laf yaptığı için hissettiklerinizi kelimelerle süslemeyi pek çok seviyorsunuz. Elbette çok derin duygular yaşıyor da olabilirsiniz, ama unutmayın, yüreğiniz overdose capacity ile çalışıyor, on kaplan gücündesiniz, şimdi sakin olun ve dilinizdeki aşk sözlerini yavaşça alıp da açık bıraktığınız Cemal Süreya kitabının içine bırakın. O yaşlarda yaşanan her şey zaten arabesk. Daha önce kitaplardan okuduğun, romantik-komedi filmlerden izlediğin aşkları sana yaşatacak adamı karşında görüyorsun, tahmin ederim, hiç kolay bir şey değil bu. Ben de ilk sevgilimle ikinci haftamızda ayrı eve çıkacağımızı, üçüncü ayda annemlerle tanıştıracağımı, sene-i devriyemizde de sade bir kır düğünüyle evlenip sonsuza dek mutlu yaşayacağımı sanıyordum. O enerjiyle zaten bunu sanmak zorundaydık, kimsecikleri ayıplamıyorum, az buçuk hormonların davranışlar üzerine etkilerinden haberdarım ve ergenlik dönemimi üstün bir başarıyla tamamladım.
Bu şarkının utanması çekinmesi yok, aniden küt diye geçiriyor sana. Siz el-ele diz-dize oturur pozizyonda 'aşk sarhoşuyuz, bizi ilahi bir güç biraraya getirdi diye birbirinize tanışmanızdaki muhteşem tesadüfleri ballandıra ballandıra anlatırken; arka fonda bu şarkı; ancak çok sonra duyunca anımsayacağınız sözler fısıldıyor.
'Ne sen leyla'sın ne de be...'
-Aşkııım, sahiden de Leyla olduk biz di mi?
Farkındayım, sözlerinde 'Leyla ile Mecnun'u duydunuz ya, hemen gevşediniz (şu anda kan tahlili yapılsa östrojen ve testesteron hormonlarınız normal sayılan üst sınırın yirmi sekiz katı çıkacaktır) Yüzünüze yayılan gülümseme artık geçmiyor, kemikleşti. 'Aşkım, Leyla da Mecnun'u benim seni sevdiğim kadar seviyor mudur' diye mıç mıç laçkalaştınız. Zaten bundan sonra toparlayamam ben sizi. Gidin sevişin canım.
Sözlerin devamını dinleseydiniz kazın ayağının hiç de öyle olmadığını görecektiniz (kazın ayağı normalde nasıl oluyor ki?) 'Ne sen leyla'sın ne de ben mecnun, ne sen yorgun ne de ben yorgun, kederli bir akşam içmişiz, sarhoşuz hepsi bu' 'Biraz alkol alınca hissettiğin şeyler çarpı iki olduğu için, insanoğlu her şeyin en iyisine kendine layık gören bir mahlukat olduğu için bu hallerdeyiz canım. Aslında ikimiz de bal gibi biliyoruz ki birbirimizi bu kadar sevmiyoruz' demiş adam. Fazla gerçekçi. Sahalarda görmek istemediğimiz türden gerçekçilik bu. Birbirimizi kandırmayalım işte.
Bizim bu yaşlarda böyle hissetmemiz için almamız gereken alkol miktarı, sizin damarlarınızdaki asil kanda mevcut olduğundan, öyle şirin, öyle rahatsınız. Şimdi anlıyorum da, ömrümüzün rahat bi' beş yılını bedavadan, resmen kafamız güzel geçirmişiz.
Yine de şunları sonradan fark etmek koyuyor: aslında sevgilinizin gözleri o kadar derin bakmıyordu, dereye bırakılmış bir beşiğin içindeki kendi kendine büyümüş bir masal kahramanı değil ve kesinlikle bir Alex değil. "Ama, üşüdüğümde ceketini veriyor bana?" " Tamamen refleks (ıspatlayabilirim). "Konuşmadığınız tek gün bile yok" "(insanlar konuşa konuşa)" "çok keyifli mesajlaşıyoruz" "(operatör paketlerinin dibi görünmüyor)", "Şahane, eğleniyoruz, süper anlaşıyoruz" "(sevgi anlaşmak değildir nedensiz de sevilir)"
O bir görüntü aldatmacası, illizyon şekerim. Yine de izlemesi keyifli, şaşırmak güzel. Çocukken sihirbazları izlediğimizde tavşanın şapkanın içinden gerçekten o anda çıktığına inanırdık. Sonra öğrendik ki, şapkanın içinde bir bölme varmış, üzüldük. Çabuk atlattık ama hayal kırıklığını. Biraz büyüdüğünde, biletine para sayıp, yanılsama olduğunu bile bile oturuyorsun koltuğa. O illüzyonu izlemeye yine de her koşulda değer.
Hele bir otuzumu geçeyim, daha şarkının;

hep sonradan gelir aklım başıma hep sonradan sonradan
hep sonradan gelir aklım başıma hep sonradan
Kısımlarına da geçeceğiz. Üst düzey bir yetkiliden aldığımız bir habere göre, bu kısımın vicdan ağrısını anlatmak öyle kolay olmuyormuş. Onun için blog kurtarmaz, uzun bir yazı dizisi hazırlar, aramızda beş-on toplar 'Hep sonradan gelir aklım başıma' kısmının kitabını basarız. Filme de çekilir, daha sonra DVD'sini çıkarır, tüm yetkili eczanelere dağıtımını yaparız. Ama daha o üniteye neyse ki geçmedik öğretmenim, birinci ünitemiz henüz bitmedi.