Hamileliğimin 11. haftasındayım. Bugün kontrol var. 5., 6. ve 7. haftalardaki gibi mide bulantılarım yok :) Hiç aşermedim ve tatlıyı hiç sevmezken tatlı şeyleri daha çok sevmeye başladım.
Mide bulantılarımın geçmesinin sebebi bence doğru beslenmeyi öğrenmiş olmam. İlk hafta ceviz-badem-balık-süt yararlıdır diye çok yüklendim ve bu değişikliğe vücut alışık olmadığı için bence bu yüzden oldu mide bulantılarım. Çok bilmiş bilmiş konuşmak istemem ama az az ve sık sık yemek bu işin sırrı. Bir de mide bulantısı oluşturan yiyecekler için kendini zorlamamak da iyi geliyor. Bebek nasılsa ilk üç ayda anneden besleniyor. Çok aşırı zaafiyetten ölmüyorsan bebek için endişelenmeye gerek yok çünkü bebeğin ihtiyacı olan ceviz miktarı günde sadece iki adet. Omega 3 taş çatlasa 2 gr falandır. Yiyemiyorsan zorlamanın ilk trimestr'de hiç alemi yokmuş.
İçimde bir varlığın büyüyor olması benim zaten gelişmiş olan bir yeteneğimi daha da geliştirdi: empati. Kendimi beğenmiş gibi olmayayım ama gerçekten empati konusunda iyiyimdir. Ama şimdi bir insanı gördüğümde 'o da annesinin yavrusuymuş' diye bakıyorum. 'Annesi onu ne zorluklarla karnında taşımış, büyütmüş' diye bakıyorum. Babaannem hastalandı. Ona yetim bir kız çocuğu gibi baktım. Annesi onu ne özenle büyütmüş ve şimdi ona bakacak kimsesi kalmamış, yetim kalmış olarak düşündüm. Böyle olunca da çok fazla duygusal oluyorsun. İyi ki normalde birazcık daha katıymışız, yoksa gerçekten yaşanmaz böyle. Sürekli ağlayarak, empati kurarak yaşanmıyor.
Bebeğimi birkaç kere gördüm. Şimdilik karnım çıkmadığı, bebeğin hareketlerini hissedemediğim için bebeğin bir hayal dünyasında olduğunu sanıyorum. Bir tek ekranda görünce sanki hep ekranda yaşıyor hissine kapılıyorum.
Bebeğimi hep gülerken hayal ediyorum.
Onu ilk güldüreceğim günü sabırsızlıkla bekliyorum.
cigdemkarakus
(külahıma anlatmıyorum)
21 Nisan 2015 Salı
6 Nisan 2015 Pazartesi
9. Hafta
O kadar çok hevesliyim ki, hamile olduğumu öğrendiğim ikinci günü hemencik hamile kıyafeti giydim, saçıma da kırmızı kurdele bağladım, işe öyle gittim. Hamile elbisesi derken de giydiğinde 'aaa hamile misin' diye sordukları bir elbisem vardı, o. Çünkü istiyorum ki herkes yine sorsun ve ben 'Evet hamileyim' diye cevap verebileyim:)
Mide bulantılarım fenaydı. Çok şükür geçti şimdilik. Mide bulantılarının en kötü tarafı ne yesen dışarıya çıkması ve senin kendini bebeğe karşı suçlu hissetmen. Acaba besleniyor mudur? Balık, ceviz, süt yemem lazım bol bol, ama adını dahi duymaya tahammülüm yok. Neyse, atlattık sayılır. Aslında mide bulantıları 4 aya kadar sürüyormuş diyorlar ama benimki iki hafta falan sürdü. Belki psikolojik, belki kısa süreli bir şeydi, bilemiyorum. Neyse ki bitti.
Her haftaya 'En zoru 5. haftaymış, yok yok en zoru 6. haftaymış' diye başladım.
Ama en kolayı da maaşallah 8. ve 9. haftalarmış:)
Şimdi 9. haftadayım. Her şey çok güzel.
Çok güzel bir rüya gördüm.
Benim uyuduğum oda kayalıklara, erik ağacına bakıyor. Hatta uzatsam elimi erikleri koparabiliyorum:) Oranın kornişinden içeri iki güvercin yuva yapmış. Ben uyurken içeri giriyorlar.
Çok güzeldi güvercinler.
Mide bulantılarım fenaydı. Çok şükür geçti şimdilik. Mide bulantılarının en kötü tarafı ne yesen dışarıya çıkması ve senin kendini bebeğe karşı suçlu hissetmen. Acaba besleniyor mudur? Balık, ceviz, süt yemem lazım bol bol, ama adını dahi duymaya tahammülüm yok. Neyse, atlattık sayılır. Aslında mide bulantıları 4 aya kadar sürüyormuş diyorlar ama benimki iki hafta falan sürdü. Belki psikolojik, belki kısa süreli bir şeydi, bilemiyorum. Neyse ki bitti.
Her haftaya 'En zoru 5. haftaymış, yok yok en zoru 6. haftaymış' diye başladım.
Ama en kolayı da maaşallah 8. ve 9. haftalarmış:)
Şimdi 9. haftadayım. Her şey çok güzel.
Çok güzel bir rüya gördüm.
Benim uyuduğum oda kayalıklara, erik ağacına bakıyor. Hatta uzatsam elimi erikleri koparabiliyorum:) Oranın kornişinden içeri iki güvercin yuva yapmış. Ben uyurken içeri giriyorlar.
Çok güzeldi güvercinler.
26 Mart 2015 Perşembe
Ta taaa! Bugün 6 hafta + 3 günlük hamileyim. Ben anne oluyorum.
Her kafadan yüzlerce ses. Zaten hamilelikle ilgili en ufak bir belirti yaşamadım. Sadece oturup kalkarken başım döndü birazcık, o kadar. Onu da yaşlılık diye yorumladım açıkçası.
İlk öğrendiğim ana gidelim. Bu çocuğu istiyoruz. Laboratuvara kan bıraktım. Onların da aksine toplantıları varmış, bir saatte çıkacak sonuç 3 saat sonra çıktı. Ben çoktan minibüse binmiş, eve dönüyordum. Telefon geldi. Sonuç pozitif.
Ben asla sır saklamayan bir insanım. Hatta arkadaşlarıma falan bana sırrınızı vermeyin, ben mutlaka gidip çok alakasız biriyle paylaşırım yine paylaşırım dedim. Hele hele çok önemli sırları asla saklayamam. Elbette bilmemesi gereken insanlara söylemem ama onu hiç tanımayan birilerine anlatabilirim. Böyle meşrebim. Yoldan hiç tanımadığım bir adamı çevirip anlatırım, yine anlatırım.
Neyse, kendi kendime söz verdim, sır saklayacağım. İlk 3 ay kimse duymasın. Hem zaten sabırsız bir insanım. 9 ay geçmek bilmez, bari 6 ay millet sorar 'Doğum ne zaman, ne kadar kaldı?' diye.
Minibüste haberi aldım. Minibüs iş arkadaşlarımla dolu. Şöyle söyleyeyim, minibüsten inerken şoför bile tebrik etti.
Murat'ın yanına koştum. Müjdeyi vermeye. O da şoka girdi, çok komikti.
Ailelere, arkadaşlara, ulaşabildiğim herkese haber verdim.
"Utanılacak bir şey değil, neden saklayayım" dedim.
Yok kötü enerji dolarmış, millet kıskanırmış, nazar ederlermiş. Çok inanmıyorum böyle şeylere. Pozitif enerji gönderecek daha çok dostum var benim, biliyorum.
Sonuçta hiç aklımdan böyle bir ihtimal geçmiyor ama düşük olsa bile bu ayıp bir şey değil. Elbette katlanması çok zordur, ama bir şeyin henüz başındayken neden en kötüsü aklıma gelsin ki? İhtiyatlı insanlara saygım sonsuz, lakin ben de böyle bir insan değilim.
Gebelik kesesi görüldü, kalbi geçen hafta henüz atmıyordu.
Bende epey bir değişiklik oldu. Komik değişiklikler ama. Hamile olduğumu öğrendiğim ilk on beş dakika başım döndü, midem bulandı, aşerdim, tiksindim falan konsantre bir gebelik dönemi geçirdim. Hızlı, teknolocik. Vay anasını dedirten cinsten. Elbette hepsi psikolojikti:)
Henüz hiçbir sıkıntım yok.
Bebeğimle konuşmaya da başladım.
Annemi falan daha iyi anlıyorum.
Ben oldum galiba?
14 Kasım 2014 Cuma
21 Eylül 2013 Cumartesi
Üçlü prizde hak ihlal eden şerefsiz adaptör
Ben hayatımda on santimetrelik bir üçlü priz karşısında bu denli çaresiz kalmadım, kendimi hiç bu kadar güçsüz hissetmedim. Marx' ın kuramındaki fırsat eşitsizliği konusu işlenirken atlanmış müthiş bir boşluktur adaptörün üçlü prize uyumu. Yanına konulacak fişlerin seçimi ise tümüyle sancılı bir süreç.
Adaptörü ortaya geçirecek oluyorsun iki yanı iptal oluyor, köşelerden bir tanesine takıyorsun ortayı kullanamıyorsun. İki fişlik yer kaplıyor ağzını burnunu kırdığımın.
Adaptörcüğüm, hayatım, senin olduğun bir üçlü priz kombinasyonuna CHP acilen yeni bir formül geliştirsin. Hatta Onur Öymen bu ihlâli de tanımasın, sonucunda istifa etsin.
Bu konuyu bile güncel-siyasi bir konuya bağladığım için Levent Kırca' dan da özür dilerim.
22 Ocak 2013 Salı
Evlilik Günlükleri
Yemin ediyorum çarpılacağım.
Bilen bilir, önceden evlilik hakkında pek de sevimli şeyler düşünmüyordum. Zamanında şunu ve şunun ayarında bir sürü şey yazmıştım:
TOPLUMUN KANAYAN YARASI HADİ ARTIK EVLEN BASKISI
vay arkadaş.
sosyolog, psikanalistçi, astrofizyolog falan olsam, bu konunun üzerine giderdim. hayır döndüm dolaştım türkiye’ de bütün kamu hizmeti/özel sektör/sivil toplum kuruluşu bünyesi çalışanların buluştukları nokta bu. dairede bulunan bekar personel üzerinden espri yapıp prim yapmaya çalışmak. bununla eğleniyorlar.
-aa simit almış, bir evli olsaydın şimdiye çoktan kalkmış kocana kahvaltı hazırlamış olurdun. ee hadi artık evlen.
-yaşlandın, senin yaşındakiler evlendi çocuk çocuğa karıştı sen hala bekarsın hadi artık evlen?
-senin yaşındakiler ikinci çocuğunu kucağına aldı, senin kucağında hala laptop. hadi artık evlen.
-aaa ne davetiyesi o, düğün davetiyen mi, bırak artık şu tiyatroyu sinemayı, goygoyu. hadi artık evlen.
bekar arkadaştaki normal sınırlar dahilinde kabul edilen sakarlığı, moral bozukluğunu, sevinçli olma halini, genel mutsuzluk halini kısaca her durumu bekarlığa bağlamaları, evlenince geçecek olmasına bağlamaları beni çok üzüyor. demet akalın hamfendinin de işaret ettiği gibi toplumun kanayan yarasıdır ki kendisinin “evli, mutlu, çocuklu” şarkısıyla da bu dertten yakındığını anlayabiliyoruz.
gel gel gelsene de beni öpsene, bence evlenmeliyiz hem de bu sene. hebelebelübe belübelebelü, hebelebebülebülebüle
sosyolog, psikanalistçi, astrofizyolog falan olsam, bu konunun üzerine giderdim. hayır döndüm dolaştım türkiye’ de bütün kamu hizmeti/özel sektör/sivil toplum kuruluşu bünyesi çalışanların buluştukları nokta bu. dairede bulunan bekar personel üzerinden espri yapıp prim yapmaya çalışmak. bununla eğleniyorlar.
-aa simit almış, bir evli olsaydın şimdiye çoktan kalkmış kocana kahvaltı hazırlamış olurdun. ee hadi artık evlen.
-yaşlandın, senin yaşındakiler evlendi çocuk çocuğa karıştı sen hala bekarsın hadi artık evlen?
-senin yaşındakiler ikinci çocuğunu kucağına aldı, senin kucağında hala laptop. hadi artık evlen.
-aaa ne davetiyesi o, düğün davetiyen mi, bırak artık şu tiyatroyu sinemayı, goygoyu. hadi artık evlen.
bekar arkadaştaki normal sınırlar dahilinde kabul edilen sakarlığı, moral bozukluğunu, sevinçli olma halini, genel mutsuzluk halini kısaca her durumu bekarlığa bağlamaları, evlenince geçecek olmasına bağlamaları beni çok üzüyor. demet akalın hamfendinin de işaret ettiği gibi toplumun kanayan yarasıdır ki kendisinin “evli, mutlu, çocuklu” şarkısıyla da bu dertten yakındığını anlayabiliyoruz.
gel gel gelsene de beni öpsene, bence evlenmeliyiz hem de bu sene. hebelebelübe belübelebelü, hebelebebülebülebüle
Malumunuz, evlendim. Sen misin zamanında arkadaş toplantılarında, anne-baba-hala-teyze taleplerini püskürtürken, facebook'ta paragraf paragraf 'yeea evlilik kurumuna inanmıyorum, düğün yapmak çok saçma, gelinlik mi, hayatta giymemler, yok efendim ilişkimi illa ki devlet mi onaylayacakmış ' diye iri iri laflar eden? Vallaha öyle sükseli evlendim ki, nikahı da sayarsak toplam beş adet organizasyon içinde buldum kendimi. Bakunin reis beni ocak dışı etti, hissediyorum. İtiraf ediyorum, evliliğe karşıydım da aşık olmayı yürekten istiyordum. Neredeyse bütün kamu kurumlarında karşıma çıkan her dilek-istek kutusuna 'Allahım n'olur aşık olayım, tensiplerinize arz ederim' diye dilekçeler bırakıyordum.
O dilekçeler hayırlısıyla kabul olmuş. Resmi nikah, dede nikahı, iki düğün, bir kına, bir eğlence düzenledik. Her genç kız gibi google'a 'gelinlik' 'değişik gelinlik' 'çok tatlı gelinlik' vs yazıp yazıp saatlerce arattım. Google'un 'görsellerde bak' düğmesini bizzat ben aşındırdım. Aramayın artık, geldim, benim!
Gelinlik provalarını, düğünleri, hazırlıkları anlatmak bile istemiyorum, gerçekten çok yorucu ve çok sıkıcıydı. Düğünlerde herkesi bize gülümseyerek bakar halde hatırlıyorum, bu gerçekten bütün yorgunluğumu aldı. Düğün boyunca votka-vişne suyu içtim bol bol, evlilik müessesine memnun ve çakır keyf girmek de böylece muhteşem oldu. Düğünde en çok oynayan ve eğlenen de bizdik galiba, bu kısmını da gülümseyerek hatırlayacağım.
Şimdi size konudan sapmış, dersin kaynadığının farkına varmış ortaokul Sosyal Bilgiler öğretmeni tonlamasında, hepinizin kıyıda-köşede yakaladığında sorduğu şu sorunun cevabını yazacağım: Evlilik nasıl gidiyor?
Sevgilimle eve çıktım, nasıl gidebilir ki? Elbette ki muhteşem. Bir kere önce toplumun kanayan yarası 'e hadi artık evlen' baskısından kurtulduğum için bunu görkemli bir törenle İngiliz Kraliyet köşkünde kutladım. Öyle abarttım ki, evlendiğimi bilmeyen ve daha önce 'Ne zaman evleniyorsun' diye suallerle beni boğan tanıdıklara 'Neden sormuyorsun, neden psikolojik baskı uygulamıyorsun, hadi sorsana ya, çekinme, sorsana kurbanların olayım 'Evlilik ne zaman' diye sorsana' diyorum. Şahıs müthiş bir korku ifadesiyse çekine çekine 'Eee evlenmiyor musun' diye soruyor ve coşkuyla, halaylar çekerek 'Evlendim, dünya evine girdim' diyorum. Sonra arkadaş koşarak uzaklaşıyor yanımdan ama olsun, bilsin yani, yazıktır.
Cennet ile cehennem kendi ellerimizde, bunu hep biliyordum. Tatmadığımız ne mutluluklar varmış, bilmiyordum. Buradan anneme seslenmek istiyorum, ne zaman ona kaybolan bir eşyamı sorsam 'Nereye koyduysan ordadır' diyordu ve ne zaman el atsam onları koyduğum yerde bulamıyordum. Şimdi öyle mi? Kendi düzenimizi kendimiz yarattık. Eşyalar evet bizim istediğimiz, bizim son bıraktığımız yerlerde duruyorlar ve inanır mısın anne hiçbiri kaybolmuyor. Çünkü sen onları o şekilleriyle düzensiz bulurdun ve kendi evinde, kendi düzenine göre yerleştirirdin. Artık oturma odam da, kurtarılmış odam da, mutfağım da, yatak odam da, salonum da çok aşık olunası biriyle birlikte ortak kullanımımda. Onun gündelik hayatına tanık olmak çok zevkli. Alışkanlıklarını yavaş yavaş tanımak, kullandığı havluya yüzümü sürmek, uyuyakaldığında kitabını bıraktığı yere ayraç koyup başucuna bırakmak, rakısını nasıl içtiğini ezberlemek, zap yaparken hangi programın onun ilgisini çektiğini yavaş yavaş bilmeye başlamak, işe giderken hangi kravatını seçeceğini tahmin etmek gerçekten muhteşem hissettiriyor. Telefonuna cevap verdiğinde ses tonundan kiminle konuştuğunu bile artık yavaş yavaş bilmeye başladım. Aşık olduğun adamın hayatının içine yavaş yavaş girdiğini, rutinlerinden biri olduğunu görmek, yeni bir hayatı öğrenmek insana verilmiş bir hediyeymiş. Prosedürlere, nikah cüzdanlarına karşıydım ama öyle bir adam çıkıyor ki karşına, tüm prosedürler gözünde küçülüyor, anlamsızlaşıyor. Hayat; anlamsız bulduğun, anlamadığım ayrıntılarla dolu, bunları anlamlandıracak katman ise aşk. Aşk, bir şans meselesidir, bu şansa mazhar olduğum için yeryüzündeki tüm manevi güçlere minnettarım.
Ellerime kına yakılırken bana 'Şans getirir, dua et' demişlerdi. Ben gelinliğimi giydiğimde de, ellerime kına yakılırken de hep 'Bütün genç kızlar benim gibi mutlu olsun' diye dua ettim. Evlilik; hayatında biri yokken, küçükken akıllara sokulmak istendiği gibi, karar verilecek, düşünülecek, 'Ben evlenmeyeceğim' diye ahkam kesilecek bir karar değil, sonuçmuş. İki kişi birbirini gerçekten sevip, aşık olunca bir arada yaşamak için ne gerekiyorsa yapıyormuş. Hayat güzelmiş, kuşlar uçarmış, falan, filan.
13 Kasım 2012 Salı
Sindirella Kompleksi
uzun zamandır kadın olmanın içimde yarattığı çelişkili durumun sancısındayım. çelişkili durum diyorum, çünkü gerçekten “kadınlık’ nedir?” “böyle bir tanım olmalı mıdır?” “davranışlarım, giyimim, zevklerim diğer kadınlarla uyumlu mu?” “ ideal erkek nasıl olmalı?” “hayatımın erkeğiydi, böyle mi davranacaktı?” “cinsiyetsizlik duygusuyla sürdürebildiğim ilişkilerim var mı, nasıl ilerliyor?” “cinsiyetsiz bir hayat mümkün olabilir mi’ gibi sorgulamalar yapıyorum. kendimden, kadınlığımdan artık şüphe duymaya başlamıştım ki, collette dowling’ın ‘çağdaş kadının bağımsızlık korkusu’nu anlattığı sindrella kompleksi geçti elime. kitabın arka kapağındaki yazı ne de haklıydı:
“yalnız olmaktan nefret ediyorum. keseli hayvanlar gibi bir başkasının derisinin altında yaşamak isterdim. emniyette olmayı, sıcak, bakılıp gözetiliyor olmayı havadan, hatta yaşamdan daha çok isterdim. çünkü iş bağımsızlığa gelince, gerçekten kendi ayaklarımızın üstünde durduğumuz zaman, kadınlıktan uzaklaşacağımızdan, sevgisiz, sevimsiz olacağımızdan korkuyoruz. bağımsız olmak istiyor ama bağımsızlıktan korkuyoruz. bunun için de başkalarını suçluyoruz. onları suçlayarak ya da dizimizi döverek özgürleşemeyiz. bağımsızlık başkalarının bize bahşedebileceği bir lütuf değildir”
ben kafamda –aşkın ve seksin olduğu- cinsiyetsiz bir toplum fantezisi kurarken ve böyle bir dünyanın aslında daha yaşanılabilir olacağını iddia ederken, ‘kadın’ ve ‘erkek’ imajlarının çocukluğumuzdan beri bizlere çok yanlış çizildiğini fark ediyorum. binlerce yıldır böyle yaşamış bir toplumdan, üstelik bir de kadın olarak, elbette kendi payıma düşen kompleksleri tadacaktım. otuz’uma merdiven dayamış, hiç evlenmemiş, üniversite eğitimi almış ve halen almakta olan, aynı anda hem okulu, hem işi sağlıklı bir şekilde götüren, sekiz yıldır ihtiyaçlarını başkalarının yardımı olmadan tek başına karşılayabilen, üstelik ailesinin geçimine de katkı sağlayan, türkiye gibi, düzenli aralıklarla başbakan’ın ağzından bedenim hakkındaki yeryüzünde benden başka kimsenin haddine düşmemiş açıklamaları gazete manşetlerinden düşmeyen bir ülkede yaşayan kadın olarak, hatta kendine ‘kadın’ dediğinde bile karşı tarafın yüzünde cinselliğe atıfta bulunan gülümsemeler oluşan bir ülkede yaşayan kadın olarak, elbette bu kompleksler benim için kaçınılmazdı. sonuçta sartre’ın sevgilisi değilim ve gündelik yaşamımda karşıma çıkan erkekler bu ülkenin okullarında okumuş, bu ülkenin gazetelerini okuyan, çoğunluğu muhafazakar görüşe ve manevi inançta bir ülkenin yetiştirdiği ‘aydın’, dinamik, muhafazakâr sevgililer, patronlar, hocalar, mesai arkadaşları, otobüs şoförleri, kardeşler, senaristler, yapımcılar, medya patronları, kanaat önderleri, başbakanlar’dı.
dünyaya geldiğimiz ilk yıllarımızdan başlanıyor ‘kadın’ ve ‘erkek’ figürleri yaratılmaya. kadınların sürekli başkalarına bağımlı olarak yaşamak zorunda olduğu fikri çocukluğumuzdan beri bilinçaltımıza yerleştirilmiştir. erkek çocukları dış dünyaya yönelik ve savaşçı bir kahraman gibi yetiştirilirken, kız çocukları daha çok ‘korunması gereken nazik varlıklar’ gibi yetiştirilir. bizi büyüten masallara bakalım: sindrella. prenses ne kadar zor duruma düşmüş olursa olsun, onu kurtaracak prensinin geleceğini bilir, bekler ve nihayetinde de prens gelip sindrella’yı kurtarır. kırmızı başlıklı kız; yabancılarla asla konuşmaması gerektiği öğütlenmiş, konuşursa başına felaket geleceğini anlatılmış kırmızı başlıklı kız ormanda önüne çıkan bir yabancıyla konuşarak ebeveynlerini haklı çıkarmış, felakete sürüklenmiştir. pamuk prenses; kötü kalpli cadının elinden kaçmayı başaran prenses ormanda kaybolur ve prens tarafından kurtarılır ve elbette sonsuza dek mutlu yaşarlar. hayatımızdaki insanlar hep kurtların, prenslerin, prenslerimizi elimizden alacak kötü kalpli cadıların imgeleri aslında. kadınlar erkeklere güzel görünmek için yaratılmış, erkeklerin işten dönüp eve geldiklerinde yorgunluklarını alacak, soylarını sürdürecek, lezzetli ve çeşit çeşit yemekler yapacak sevimli varlıklar olarak resmedilmiştir. erkekler de bu masalların kahramanlarını rol-model olarak alıyorlar elbette. hayatları boyunca zengin, yakışıklı, kavgacı, mücadeleci olacaklar; güzel, bakımlı prenseslerini düştükleri zor durumlardan kurtaracak, bunun için savaşacak ve kazanacaklardır. kadınlarının namuslarından sorumludurlar, bunun için gerektiğinde karısını, kızını, kardeşini öldürecek; rakiplerinin imrenerek bakacakları bir aile reisi olacak ve böylece sağlam temelle kurulan bu ailelerden sağlam bir toplum doğacaktır.
kadınlar daha küçücük bir kız çocuğuyken ‘prenses’ gibi olma fikri hayattaki en yakınlarımız, en güvendiklerimiz olan, dünyayı tanımakta yol göstericilerimiz olan ebeveynlerimiz tarafından bilinçaltımıza yerleştirir. daha küçük bir kız çocuğuyken yemek yapma, makyaj yapma, güzel bebekleri büyütme ve giydirme temalı evcil, hayat mücadelesinden kopuk, romantik, pasif oyunlarla büyütülüyoruz. erkek çocukları ise savaş, bağımsızlık, kurtarma temalı ‘kahraman askercilik’, ‘örümcek adamcılık’ vs gibi dış dünyaya yönelik, hayatın içinde aktif rol alan, mücadeleci oyunlarla büyütülür.
bu şekilde büyütülüp okul çağına getirilmiş çocuklar, öğretmenleri tarafından aynı tarzda eğitilmeye devam ediliyor. uslu, başarılı, başkaldırmayan kız çocukları her zaman örnek öğrenci olarak ön sıralarda yerini alıyor. hatta bazen sadece uysal oldukları için hak ettiklerinden daha fazla not verilir ve aşırı yardımda bulunulur. böylece kız çocukları riske girmeme ve kendini emniyette hissetme, erkek çocuklarına nazaran fazladan yardım alması gerekliliği duygularıyla tanışırlar. her zaman için güzel ve bakımlı olma zorunluluğu, kendi başımıza bir işe asla kalkışmamamız, erkekler kadar zeki olamayacağımız, ne kadar zorda kalırsak kalalım mutlaka bir gün bir başkası tarafından kurtarılacağımız, bir başkası tarafından geçindirilmek zorunda olduğumuz yargıları yerleşir.
bazı kadınlar (benim ortaokul yıllarımdaki gibi) küçüklüğünden beri bunu reddeder ve toplumca ‘erkek gibi’ diye tabir edilecek davranışlarda bulunur. collette dowling bu kitapta, kadıların buna korkuyu gizlemek için ‘karşı-fobik tarz’ diye geliştirdiği bir savunma mekanizması olduğunu okudum.‘kimseye ihtiyacım yok, kendi başımın çaresine bakabilirim’ mesajı yayan ergen kızı gerçekte açık bir semptom sergilemektedir. kadınların bu kendinden eminlik gösterişinin altında derinlere kök salan güvensizliği dengeleme çabası yatar. yüzeyden bakıldığında böyle bir kadın kesinlikle sırtını erkeğine dayamaz, oysa gerçekte her zaman gizliden gizliye istediği şey de işte budur. temel güvensizlik ve çaresizlik duygularını gizlemek için cesur, arsız ve bağımsız davranan kadınlarda bir çelişkili mesajlar sistemi ağır basar. bu kadınlarda cinsel kimlik paniği başlar, bağımsız olmak ister ama bağımsızlıktan korkarlar. gerçekten kendi ayaklarının üzerinde durduğu zaman, kadınlıktan uzaklaşacağından, sevgisiz, sevimsiz olacağından korkarlar.”
hiçbir kontrolünüz olmadığına inandığınız bir ortamda yeterince uzun süre kalırsanız, tepki vermekten vazgeçersiniz. buna ‘öğrenilmiş çaresizlik’ deniyor. yüksek iq’lu ve yetenekli kadınların kendilerini hayattan geri çekmelerinin, dünyaca tanınan bir yazar, sanatçı, iş kadını olmalarından korkup birine yaslanarak yaşama istediğinin, ömrünün en verimli çağlarında hamile kalmalarının, çocuk büyüyüp kendine bakabilecek durumda tekrar hamile kalıp kendilerini yine eve hapsetmelerinin nedeni de hayatta başına gelebilecek zorluklara karşı geliştirdikleri bu öğrenilmiş çaresizlik savunma durumlarından kaynaklanmaktadır.
kadının ve erkeğin olması gereken imajı aslında bizlere dayatılan gibi değilmiş. bunu, şimdi yanımda yüzünü asarak, dünyanın onun etrafında döndüğünü zanneden, kendisini akşam eve bırakmadığı gerekçesiyle sevgilisini terk eden ve sevgilisinin ısrarlı telefonlarını açmayarak sevgilisini cezalandıran bir ‘prenses’in yanından bildiriyorum.
kadın ve erkek gibi olmayı başkalarından öğreniyoruz ve bunu davranış haline getiriyoruz. kadın da olsa, erkek de olsa, bağımsızlık, insana özgü bir ihtiyaçtır. ancak bağımlılık duygusunun konforuna da zaman zaman, kadın olarak da erkek olarak da ihtiyaç duyabiliriz. güvenilen biri tarafından gözetiliyor olmak, sonsuz emniyette olmak hissi gerçekte her iki cinsiyetin de varmak istediği bir bitiş noktasıdır. bir başkasına güvenerek yaşamak, beraber çıkılan yol arkadaşlıkları zaman zaman rol değişimlerine ihtiyaç duyarlar. bu gibi rol değişimleri sayesinde çiftler arasında sağlıklı bir empati kurulmuş olacak, hem ilişkiler yaşanılası bir hale gelecek, bu olurken de ne erkekler erkekliklerinden, ne de kadınlar kadınlıklarından bir şey kaybedecektir. yeter ki bu bağımlılık, devamlılık arz eden karaktersiz bir bağımlılığa dönüşmesin.
kendine güvenmek en başta kendini sevmeyi gerektirir. kendine inanan insanlar, yetenekleri dışındaki şeylere ilişkin boş hayallerle kendilerini kandırmazlar. aynı zamanda yeteneği olduğu işlerde de geri de çekilmeyecek kadar cesurdurlar. böyle gerçekçi bir insan olduğumuzda ayaklarımız sağlam yere basar ve kendimizi severiz. kendimizi severek de bu dünyada kendimize verebileceğimiz en güzel hediyeye sahip oluruz: sevme özgürlüğü, kendiyle beraber bir başkasını da sevme özgürlüğü.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)