27 Kasım 2012 Salı

Sağlıkçıya şiddet uygulayanlar CEHAPE döneminde ülkemize zorla getirildi

Sağlık Bakanlığı sağlıkta şiddete uğrayan personel için bir çözüm üretti: 113 Acil Şiddet Hattı. Bu haberi bütün hastanelerde eş zamanlı gösterilen sinevizyon görüntüleri eşliğinde sevinçle karşıladık. Adeta sevinçten çıldırdık. Artık acil servislerde şiddet görmeyeceğiz. Adımız gibi biliyorduk, tıpkı kadına yönelik şiddeti '7/24 Alo Şiddet Hattı' ile bitirdikleri gibi buna da sıra gelecekti. Yuppiii. 

Ciddi ciddi meramımı anlatmaya başlayayım ufaktan madem. Şiddete meyyali aşktan olmayan, konuşurken ağzından köpükler çıkaran, yumruğunu sıkıp, dişlerinin arasından konuşan bir kocanın en çok ihtiyacını duyduğu cümleleri de Başbakan sağ olsun, sırtını bir güzel sıvazlayarak söylüyor: 'Kadın ile erkeğin eşit olması mümkün değildir, olamaz" Seçim videolarını hatırlayın. 'Sağlıkta Reform' 'Sağlıkta Dönüşüm' methiyeleri düzülüyordu. Artık istediğimiz eczaneden ilaçlarımızı alabiliyorduk, yaşasındı. Hastaneler birleşmişti. Hobareey. Özel hastaneler Sosyal Güvenlik Kuruluşlarıyla anlaşmalar imzalıyorlardı. İşte bu. 

Sonra önceden hekimlere, sağlık personeline derin saygı duyan halk, yine Başbakan'ın ağzından dökülen şu cümleye kulak verdi: 'Kusura bakmayın ama, artık Doktor efendi dönemi bitmiştir' 'Halkın sizden çektiği yeter, bunca yıl yediniz yediniz, kusura bakmayın, o dönem bitti'

Bir Acil nöbetinde yaşadığım heyecanı hiçbir aksiyon filminden almıyorum ben. Göğüs göğüse savaş tekniklerini, gözümden ışık çıkarmayı falan ister oldum. Acil Servis'te hemen her nöbette 'Başbakan Acil'de para alınmayacak diyor, sen benden neyin parasını istiyorsun' sebebiyle bir olay çıkar. Halbuki önceden parasız olan, 'hak' olarak görülen sağlık hizmetleri, artık ücretli hale getirildi. Bunun tahsildarlık görevini de eczanelere taksim etti ki, para eczaneden alınıyor algısı oluşsun. Her muayenede deste deste katılıyorsunuz ülkenin sosyal güvenlik sistemine. Yani ben hayırsever bir zengin olsam, devlete bağış yapmak için bir kere Acil Servis'e uğrardım. Muayeneden, ilaçtan devletin kestiği katkı payı sosyal güvenlik kurumuna gidiyor nasılsa. Ne güzel. Ne gerek var tek tek o kurumlara gidip bağış yapmaya? Nasılsa devlet benden bir muayene hizmeti vermesi karşılığında milli servete yeterince payını alıyor? 

Maalesef ki, lanet olsun ki, acil servis ölüm vakaların en sık yaşandığı birim. Hasta yakını, hasta ameliyatta ölürse 'kurtarılamadı' der, Acil'e zaten ex olarak getirilmiş ise 'Doktorbakmadı da öldürdü' der. Bunu aslında çok da yadırgamıyorum. Yıllar boyunca işini iyi yapan hekimler olduğu gibi işini kötü yapan hekimler de oldu. Ki ölüm bu, ötesi yok. O ruh haliyle insan her şeyi düşünebilir. Çünkü insan başına gelen her türlü olumsuzluktan ilk önce başkalarını sorumlu tutar. Ama bizim kültürümüzde yasal yollarla değil, orman kanunlarıyla hukuk işliyor.  

Son yıllarda bu meseleyi korkutucu kılan hasta yakınlarının parmaklarını sallayarak 'Siz görün, sizi Başbakan'ıma şikayet edeceğim (hele hele), sürdüreceğim hepinizi buradan' diye tehditler savurması. Satırlarla, bıçaklarla, hastaneleri basması, asla karşı karşıya getirilmemesi gereken sağlık personeli ile hastayı karşı karşıya getirmiş olmasıdır. 

Ha bir müjde daha. Bakanlık şiddetin önüne geçmek amacıyla Acil Güvenlik Görevlilerine artık silah kullanma hakkı tanınıyormuş. Oh be, yüreğime su serpildi. Kim düşündüyse yüreğine sağlık. Ortalık polislerin lüzumlu-lüzumsuz ateş açmalarından kaynaklanan ölümler, geçtim polisi, düğünlerde, galibiyetlerde havaya açılan serseri kurşunlardan pisi pisine ölenlerin haberlerinden geçilmiyormuş gibi, bir de hastane kapısı önünde işlenen taksici cinayetleri gibi güvenlik görevlisi, sağlıkçı cinayetleri eklensin manşetlerimize. 

Düşünün ajite, saldırgan, yakınını kalp krizi nedeniyle kaybetmiş bir hasta yakını. Acil serviste elinde bıçakla güvenlik görevlisinin üzerine yürüyor. O güvenlik görevlisi bir kere yapmaz, iki kere yapmaz ama, eli beline mutlaka gider. Gider çünkü bizim millet olarak şurubumuz bu. Ruh hali olarak epey potansiyelimiz var  katil olmaya. 'Kaşının üzerinde gözün var, Kimsenin tavuğuna 'kışşt' demedim' mazeretleriyle masumluğunu ıspatlama geleneğinden geliyor, üzerine bıçakla gelen adama mı nefsini müdafaa etmekten geri duracak. Hem bu güvenlik görevlisinin koşullarını da göz önünde bulundurmak gerek. Tüm diğer güvenlik görevlileri gibi taşeron şirketi üzerinden hastanede asgari ücret karşılığında çalışan, ev geçindirmeye, çocuk okutmaya yükümlü, yarı aç, yarı tok bir adam. Çalıştığı birim az buz değil. Dünya Sağlık Örgütünce ve Çalışma Bakanlığınca 'Riskli Birim' kategorisinde sayıldığı için olduğu için ilave tazminat ödenmesi gereken bir yerde çalışıyor. Düşünün o devlet Tuzla Tersaneleri bile o kategoriye sokamamış. O adam, o gece nöbette olan asker dahil,  ölüme  hepimizden bir adım daha yakın duran adam o. 


Sağlık Bakanlığının çözümü harika olmuş ama. Diyor ki, 'Canımın içisi personelim, asma yüzünü öyle, bak bakayiim bana? Aaa, hemen eylem meylem söylenmeye başladın, kalbimi kırıyorsun ama. Tribine kurbanlar olurum senin, küser miymiş bana? Bak sana ne sürprizim vaaaaaaaar: Bundan sonra biri senin üzerine bıçakla gelip, tartaklar, senin saçını çeker, eteğini kaldırır vs yaralamaya kalkarsa hemen 'Alo Şiddet Hattı' nı ara. Çünkü hastane polisinin, silahlı güvenlik görevlinin durduramadığı adamı bu mucizevi Alo Şiddet Hattı durduracak. 1 değil, 2 değil hem de 3 kere durduracak (Bal Deresi sponsorluğunda) Bence uzatıyorsun ama. Hadi ver bir yanak da barışalım?

O değil de, hepimizin beline o tür acil durumlar için bir pet şişe taksalar daha etkili bir silah olurdu zannediyorum. En azından seri bir hareketle suyu ağzımıza dikeriz ve 'Bilmiyor musunuz, su içerken yılan bile dokunmaz' derdik. Ekmek mushaf çarpsın ki bu, diğerinden çok daha mantıklı bir çözüm. 


Ama şimdi Başbakan'a;

-Türkiye'de sağlıkta şiddet geçen yıla oranla yüzde 193 arttı, ne diyorsunuz bu duruma?

desek, söyleyeceği:

'BİZİM ECDADIMIZDA SAĞLIKÇIYA ŞİDDET YOK. SAĞLIKÇIYA ŞİDDET UYGULAYANLAR CEHAPE DÖNEMİNDE ÜLKEMİZE ZORLA GETİRİLDİ.

Demeyecek mi? Ölümü öp, ayyyynen bunu söylemeyecek mi?





13 Kasım 2012 Salı

Sindirella Kompleksi


uzun zamandır kadın olmanın içimde yarattığı çelişkili durumun sancısındayım. çelişkili durum diyorum, çünkü gerçekten “kadınlık’ nedir?” “böyle bir tanım olmalı mıdır?” “davranışlarım, giyimim, zevklerim diğer kadınlarla uyumlu mu?” “ ideal erkek nasıl olmalı?” “hayatımın erkeğiydi, böyle mi davranacaktı?” “cinsiyetsizlik duygusuyla sürdürebildiğim ilişkilerim var mı, nasıl ilerliyor?” “cinsiyetsiz bir hayat mümkün olabilir mi’ gibi sorgulamalar yapıyorum. kendimden, kadınlığımdan artık şüphe duymaya başlamıştım ki, collette dowling’ın ‘çağdaş kadının bağımsızlık korkusu’nu anlattığı sindrella kompleksi geçti elime. kitabın arka kapağındaki yazı ne de haklıydı:

“yalnız olmaktan nefret ediyorum. keseli hayvanlar gibi bir başkasının derisinin altında yaşamak isterdim. emniyette olmayı, sıcak, bakılıp gözetiliyor olmayı havadan, hatta yaşamdan daha çok isterdim. çünkü iş bağımsızlığa gelince, gerçekten kendi ayaklarımızın üstünde durduğumuz zaman, kadınlıktan uzaklaşacağımızdan, sevgisiz, sevimsiz olacağımızdan korkuyoruz. bağımsız olmak istiyor ama bağımsızlıktan korkuyoruz. bunun için de başkalarını suçluyoruz. onları suçlayarak ya da dizimizi döverek özgürleşemeyiz. bağımsızlık başkalarının bize bahşedebileceği bir lütuf değildir”

ben kafamda –aşkın ve seksin olduğu- cinsiyetsiz bir toplum fantezisi kurarken ve böyle bir dünyanın aslında daha yaşanılabilir olacağını iddia ederken, ‘kadın’ ve ‘erkek’ imajlarının çocukluğumuzdan beri bizlere çok yanlış çizildiğini fark ediyorum. binlerce yıldır böyle yaşamış bir toplumdan, üstelik bir de kadın olarak, elbette kendi payıma düşen kompleksleri tadacaktım. otuz’uma merdiven dayamış, hiç evlenmemiş, üniversite eğitimi almış ve halen almakta olan, aynı anda hem okulu, hem işi sağlıklı bir şekilde götüren, sekiz yıldır ihtiyaçlarını başkalarının yardımı olmadan tek başına karşılayabilen, üstelik ailesinin geçimine de katkı sağlayan, türkiye gibi, düzenli aralıklarla başbakan’ın ağzından bedenim hakkındaki yeryüzünde benden başka kimsenin haddine düşmemiş açıklamaları gazete manşetlerinden düşmeyen bir ülkede yaşayan kadın olarak, hatta kendine ‘kadın’ dediğinde bile karşı tarafın yüzünde cinselliğe atıfta bulunan gülümsemeler oluşan bir ülkede yaşayan kadın olarak, elbette bu kompleksler benim için kaçınılmazdı. sonuçta sartre’ın sevgilisi değilim ve gündelik yaşamımda karşıma çıkan erkekler bu ülkenin okullarında okumuş, bu ülkenin gazetelerini okuyan, çoğunluğu muhafazakar görüşe ve manevi inançta bir ülkenin yetiştirdiği ‘aydın’, dinamik, muhafazakâr sevgililer, patronlar, hocalar, mesai arkadaşları, otobüs şoförleri, kardeşler, senaristler, yapımcılar, medya patronları, kanaat önderleri, başbakanlar’dı.

dünyaya geldiğimiz ilk yıllarımızdan başlanıyor ‘kadın’ ve ‘erkek’ figürleri yaratılmaya. kadınların sürekli başkalarına bağımlı olarak yaşamak zorunda olduğu fikri çocukluğumuzdan beri bilinçaltımıza yerleştirilmiştir. erkek çocukları dış dünyaya yönelik ve savaşçı bir kahraman gibi yetiştirilirken, kız çocukları daha çok ‘korunması gereken nazik varlıklar’ gibi yetiştirilir. bizi büyüten masallara bakalım: sindrella. prenses ne kadar zor duruma düşmüş olursa olsun, onu kurtaracak prensinin geleceğini bilir, bekler ve nihayetinde de prens gelip sindrella’yı kurtarır. kırmızı başlıklı kız; yabancılarla asla konuşmaması gerektiği öğütlenmiş, konuşursa başına felaket geleceğini anlatılmış kırmızı başlıklı kız ormanda önüne çıkan bir yabancıyla konuşarak ebeveynlerini haklı çıkarmış, felakete sürüklenmiştir. pamuk prenses; kötü kalpli cadının elinden kaçmayı başaran prenses ormanda kaybolur ve prens tarafından kurtarılır ve elbette sonsuza dek mutlu yaşarlar. hayatımızdaki insanlar hep kurtların, prenslerin, prenslerimizi elimizden alacak kötü kalpli cadıların imgeleri aslında. kadınlar erkeklere güzel görünmek için yaratılmış, erkeklerin işten dönüp eve geldiklerinde yorgunluklarını alacak, soylarını sürdürecek, lezzetli ve çeşit çeşit yemekler yapacak sevimli varlıklar olarak resmedilmiştir. erkekler de bu masalların kahramanlarını rol-model olarak alıyorlar elbette. hayatları boyunca zengin, yakışıklı, kavgacı, mücadeleci olacaklar; güzel, bakımlı prenseslerini düştükleri zor durumlardan kurtaracak, bunun için savaşacak ve kazanacaklardır. kadınlarının namuslarından sorumludurlar, bunun için gerektiğinde karısını, kızını, kardeşini öldürecek; rakiplerinin imrenerek bakacakları bir aile reisi olacak ve böylece sağlam temelle kurulan bu ailelerden sağlam bir toplum doğacaktır.

kadınlar daha küçücük bir kız çocuğuyken ‘prenses’ gibi olma fikri hayattaki en yakınlarımız, en güvendiklerimiz olan, dünyayı tanımakta yol göstericilerimiz olan ebeveynlerimiz tarafından bilinçaltımıza yerleştirir. daha küçük bir kız çocuğuyken yemek yapma, makyaj yapma, güzel bebekleri büyütme ve giydirme temalı evcil, hayat mücadelesinden kopuk, romantik, pasif oyunlarla büyütülüyoruz. erkek çocukları ise savaş, bağımsızlık, kurtarma temalı ‘kahraman askercilik’, ‘örümcek adamcılık’ vs gibi dış dünyaya yönelik, hayatın içinde aktif rol alan, mücadeleci oyunlarla büyütülür.
bu şekilde büyütülüp okul çağına getirilmiş çocuklar, öğretmenleri tarafından aynı tarzda eğitilmeye devam ediliyor. uslu, başarılı, başkaldırmayan kız çocukları her zaman örnek öğrenci olarak ön sıralarda yerini alıyor. hatta bazen sadece uysal oldukları için hak ettiklerinden daha fazla not verilir ve aşırı yardımda bulunulur. böylece kız çocukları riske girmeme ve kendini emniyette hissetme, erkek çocuklarına nazaran fazladan yardım alması gerekliliği duygularıyla tanışırlar. her zaman için güzel ve bakımlı olma zorunluluğu, kendi başımıza bir işe asla kalkışmamamız, erkekler kadar zeki olamayacağımız, ne kadar zorda kalırsak kalalım mutlaka bir gün bir başkası tarafından kurtarılacağımız, bir başkası tarafından geçindirilmek zorunda olduğumuz yargıları yerleşir.

bazı kadınlar (benim ortaokul yıllarımdaki gibi) küçüklüğünden beri bunu reddeder ve toplumca ‘erkek gibi’ diye tabir edilecek davranışlarda bulunur. collette dowling bu kitapta, kadıların buna korkuyu gizlemek için ‘karşı-fobik tarz’ diye geliştirdiği bir savunma mekanizması olduğunu okudum.‘kimseye ihtiyacım yok, kendi başımın çaresine bakabilirim’ mesajı yayan ergen kızı gerçekte açık bir semptom sergilemektedir. kadınların bu kendinden eminlik gösterişinin altında derinlere kök salan güvensizliği dengeleme çabası yatar. yüzeyden bakıldığında böyle bir kadın kesinlikle sırtını erkeğine dayamaz, oysa gerçekte her zaman gizliden gizliye istediği şey de işte budur. temel güvensizlik ve çaresizlik duygularını gizlemek için cesur, arsız ve bağımsız davranan kadınlarda bir çelişkili mesajlar sistemi ağır basar. bu kadınlarda cinsel kimlik paniği başlar, bağımsız olmak ister ama bağımsızlıktan korkarlar. gerçekten kendi ayaklarının üzerinde durduğu zaman, kadınlıktan uzaklaşacağından, sevgisiz, sevimsiz olacağından korkarlar.”

hiçbir kontrolünüz olmadığına inandığınız bir ortamda yeterince uzun süre kalırsanız, tepki vermekten vazgeçersiniz. buna ‘öğrenilmiş çaresizlik’ deniyor. yüksek iq’lu ve yetenekli kadınların kendilerini hayattan geri çekmelerinin, dünyaca tanınan bir yazar, sanatçı, iş kadını olmalarından korkup birine yaslanarak yaşama istediğinin, ömrünün en verimli çağlarında hamile kalmalarının, çocuk büyüyüp kendine bakabilecek durumda tekrar hamile kalıp kendilerini yine eve hapsetmelerinin nedeni de hayatta başına gelebilecek zorluklara karşı geliştirdikleri bu öğrenilmiş çaresizlik savunma durumlarından kaynaklanmaktadır.

kadının ve erkeğin olması gereken imajı aslında bizlere dayatılan gibi değilmiş. bunu, şimdi yanımda yüzünü asarak, dünyanın onun etrafında döndüğünü zanneden, kendisini akşam eve bırakmadığı gerekçesiyle sevgilisini terk eden ve sevgilisinin ısrarlı telefonlarını açmayarak sevgilisini cezalandıran bir ‘prenses’in yanından bildiriyorum.

kadın ve erkek gibi olmayı başkalarından öğreniyoruz ve bunu davranış haline getiriyoruz. kadın da olsa, erkek de olsa, bağımsızlık, insana özgü bir ihtiyaçtır. ancak bağımlılık duygusunun konforuna da zaman zaman, kadın olarak da erkek olarak da ihtiyaç duyabiliriz. güvenilen biri tarafından gözetiliyor olmak, sonsuz emniyette olmak hissi gerçekte her iki cinsiyetin de varmak istediği bir bitiş noktasıdır. bir başkasına güvenerek yaşamak, beraber çıkılan yol arkadaşlıkları zaman zaman rol değişimlerine ihtiyaç duyarlar. bu gibi rol değişimleri sayesinde çiftler arasında sağlıklı bir empati kurulmuş olacak, hem ilişkiler yaşanılası bir hale gelecek, bu olurken de ne erkekler erkekliklerinden, ne de kadınlar kadınlıklarından bir şey kaybedecektir. yeter ki bu bağımlılık, devamlılık arz eden karaktersiz bir bağımlılığa dönüşmesin.
kendine güvenmek en başta kendini sevmeyi gerektirir. kendine inanan insanlar, yetenekleri dışındaki şeylere ilişkin boş hayallerle kendilerini kandırmazlar. aynı zamanda yeteneği olduğu işlerde de geri de çekilmeyecek kadar cesurdurlar. böyle gerçekçi bir insan olduğumuzda ayaklarımız sağlam yere basar ve kendimizi severiz. kendimizi severek de bu dünyada kendimize verebileceğimiz en güzel hediyeye sahip oluruz: sevme özgürlüğü, kendiyle beraber bir başkasını da sevme özgürlüğü.

3 Kasım 2012 Cumartesi

Hem Ağlamasam Hem Gitsem?




Bukowski Reis 'Meslek olarak yazmayı seçmeyi düşünür müsünüz?" diye soran bir gence 'Komik olmaya mı çalışıyorsun' der. 'Hayır, hayır ciddiyim. Meslek olarak yazarlığı önerir misiniz?' diye üsteleyince de, 'Yazmak seni seçer, sen yazmayı seçemezsin' demiş. 

Şimdi o elinizdeki domatesleri, yumurtaları lütfen sakince yere bırakın. Asla yazarlık ile ilgili kendime paye çıkaracak değilim. Ama benim şu anda, şu saatte kafamda gelinlik modellerini netleştirmiş olmam gerekiyordu. Bu nöbetimin bana kalan saatlerini de buna ayıracaktım. Malum evleniyorum. Acilen gelinlik işini halletmem gerek. Akşamdan beri onlarca sitenin yüzlerce gelinlik fotoğrafları içinde kayboldum.  Birkaç tanesine baktıktan sonra sıkıldım, konsantre olma problemim yok, işleri oluruna bırakma seçeneği tam benlik, tembel insanın seçeceği iş. Bir süre sonra ilgim sitenin dizaynına, bugüne kadar kaç kez tıklandığına, yazı tipi rengine kaydı, toparlayamadım.

O fotoğraflara bakarken şaşırarak bakıyorum. Çünkü gelinler üzgün ve istemeye istemeye gidiyormuş gibi.   Çoğu gelinin yüzünde, gözlerinde, 'Hem ağlarım, hem giderim' adlı türküyü söyleyen, üzgün, hüzne boğulmuş, bir 'ne yapıyorum ben' kafa karışıklığı okunuyor. Ama Lanet olsun ki gelin kısmına hüzün harbiden yakışıyor. Nasıl ki anneye göbek yakışıyor, geline de mağrurluk, ağırbaşlılık hatta gözyaşı bile yakışıyor. Mesela çok bakımlı, çocukları o kadar bakımlı değilken pahalı pahalı elbiseler giyen, cart platin sarısı saçlı, her daim full makyaj bir anneye çok fedakarmış gibi bakamıyorum. Bunu bize kim öğretti bilmiyorum. Sanki elleri sudan çıkmadığı için sertleşmiş, balık etli, sırtında soğuk geçirmesin diye yelek, ceket vs olan bir anne, daha fedakar, daha çekmiş, daha anne. Anneliğe acılarının, yoksullukların, yıpranmışlıklarının büyüklüğüne göre değer biçtiğime inanamıyorum. Ne bileyim, lanet olsun sana Bukowski anlatamıyorum söylemek istediklerimi. Belki bunun böyle olduğunu düşünün başka birileri de vardır, ben daha cümlemi bitirmeden içlerinden 'Hah, ben anladım kız seni' diyorlardır. Belki yoksulluğu iyilikle, zenginliği kötülükle bağdaştırdığım için zenginlik ve annelik kavramlarını bir araya getiremiyorum. 

Gelinlere de benzer anlamlar yüklemişiz. Kına gecesinde ağlamayan gelin az da olsa yadırganır. Gelinliğiyle baba evinden çıkarken 'Aman makyajımı yeni yaptırdım, ağlamayacağım' diyen gelin az çok yadırganır yine. Düğününde çılgınlar gibi oryantal oynayan geline atılan bakışlar on kaplanı yerinden sarsacak denli kuvvetlidir. Yeri gelmişken, bu Asena düğününde oryantal show yapmamış mıdır yahu? Bir de o dansöz kıyafetlerini tülle, duvakla gelinlik halini getirip oynasaydı fena mı olurdu? Her hafta televizyonda o kadını büyük bir iştahla bekleyen/izleyen gözler 'Aaaaa, geline bak, puu, yazıklar olsun nasıl kırıtıyor' mu diyeceklerdi. Hem bu Asena evli mi bekar mı arkadaş? Gece gece yazıklar olsun kim aklıma düşürdüyse. Neyse. 


Beyaz demek masumiyet demek. Gelinlik beyaz olmalı. Topuklu ayakkabı olduğundan daha zarif, uzun gösterir, hanım hanım, sülün gibi, böyle çok uzun, güzel görünürsün. Duvağın uzun olmalı ki puslu puslu böyle dumanların arkasından bakar gibi pozlar atarsın etrafına. Kötü demiyorum, kim düşünmüş etmiş bunları bilmiyorum ama harbiden estetik kanunları diye bir şey varsa, bu gelinlik kanuncusu adam kitabı hatmetmiş, Cumhurbaşkanının üzerine fırlatmış, hatta eline vermiş. 

Şimdi sıkı durun, can alıcı soru geliyor? Peki arkadaş Why not? Yahu, neden ya neden, kafayı yiyeceğim?Bakmayın böyle isyankar isyankar takıldığıma, hepimizin bu gelin olma durumu hakkında hissettiklerimizi, psikolojik yatkınlıklarımızı az çok biliyorum. Neticede 29 yaşımdayım. Haha, artık evlendiğim için rahat rahat yaşımı söyleyebilirim. Evet arkadaşlar ben 25 değil, 27 değil, tam 29 yaşımdayım biliyor muydunuz siz (Bal Deresi) Siz 2013 gelinlik modellerine bakarkene ben bunları düşünüyorum :) Neyse gece gece yine çenem düşmeden bunun nedenlerini anlamaya çalışayım. 

Bir gelin neden hüzünlü olur, neden her daim kafası karışık olur? Kına gecelerinde ağlanır da, erkeklerin bekarlığa veda gecelerinde neden içilip dansözler oynatılır? 

Kadınlık ve erkeklik neden bu kadar zıt şeyler hiç anlamıyorum gerçekten. Kadınların kafası harbiden bu kadar karışık mı Ece Temelkuran kardeş yahu? Bizim duygularımız, doğamız neden bu kadar karmaşık? Erkekler neden hep net ve beyinlerinde hep ileriye dönük planlar yaparken, kadınlar neden hep ayrıntıya boğulmak zorunda?

Geline hüzün yakışıyor mu? Açık açık söyleyeyim, evet, çok da güzel yakışıyor. Annenin eline öksürük şurubu yakıştığı kadar yakışıyor. Damada şöyle kıravatını dağıtmış, gömleği, yakayı paçayı dağıtmış, hınzırca fotoğraflar veren evin haylaz çocuğu olma durumu yakışıyor mu? Hepsi dünya ahiret kardeşim olsun, çok da güzel yakışıyor Allah için. Yok arkadaş, çıkamadım bu işin içinden ben. 

Ben çok mutluyum. Uçuyorum. Bugüne kadar kendini bir yere ait hissedememiş ben, yeni evimin eşyalarını nasıl özenle seçtim, nasıl heyecanlıyım anlatamam. Düğünümde oynayacağım, eğleneceğim diye beyaz bir çift converse alıp tülle mülle süsledim, neredeyse il dışına sürülecektim annem dahil çevremdeki kadınlarca. Kısa gelinlik olsun diyorum, kaşlar anında yay olup yukarıya yukarıya kalkıyor. Bordo gelinlik fikrimi henüz açamadım bile, ödüm patlıyor düşünce okuma yöntemi çıkmıştır da kan çıkar vesselam diye. Zaten kendimi çok ele veriyorum, aile efradı 'Gelinliğine karar verdin mi' diye sorunca ağzımdan direkt 'Uzun olacak, beyaz olacak işte' Diyorum. Annem böyle nasıl sinir oluyor, dalga geçtiğimi sanıyor. 'Herhalde uzun olacak beyaz olacak, işte straplez mi drape mi, sen bana onlardan haber ver' diyor. O kadar net.

Neyse, bu yazının bir yere varacağı yok, anlaşıldı. Geline hüzün yakışıyor, ağırlık yakışıyor, masumiyet cuk oturuyor. Var burda bir meret, çözemiyorum. Ama duuur. Daha duvak modellerine geçmedim, asıl olay orada çözülecek gibi geliyor. Yeterince duvak görürsem bu hüznün nedenini anlayacakmışım gibi bir his var içimde. Du bakalım. 




Not: Bu yazı için Converse A.Ş'den tam 1 milyon dolar reklam ücreti az önce hesabıma geçti. Bal deresi beni saraylarda yaşatacakmış. Asena'da viral reklam uygulamamla Fazıl Say ile birlikte yeniden Türkiye gündemine oturacak (Fazıl'ın reklamını yapmama gerek yok) 

Çiğdem Karakuş Saper

Converse A.Ş ve Bal Deresi A.Ş'lerinin Türkiye Bölge Reklam ve Pazarlama Uzmanı

5 Ekim 2012 Cuma

Dedem Hoşçakal

İlkokuldayken bir arkadaşımın annesi ölmüştü. Hayal edememiştim o duyguyu, yakaladığım her fırsatta arkadaşımın yüzüne bakardım. Annenin ölmesini birak, bir gece evde olmadıgını bile hatırlamıyorum. Bazen gülerken görurdum onu. Cocuk aklı iste "Suna bak, annesi ölmüş, gülüyor" derdim. Çocuklukta ölüm kavramını idrak edemediğimizbir zaman dilimi varmış. İnsanın sonsuzluk kavramına en yakın oldugu zaman, ki bence bu en özel zaman. Henüz ölümle tanisilmamis o donemde yapılanlar, üretilen incelenirse ne guzel olur aslında. İnsan sonsuz bir boşlukta hissedince, endişesiz neler neler yapar, neler neler üretir?



 
Benim dedemin hic oyle özel bir donemi olmamış, 5-6 yaslarında bir gece cok korumaci, cok sosyal ve cok demokrat bir hukuk devletin kahraman askerleri, dedemin ve onun yaslarında birçok arkadasinın annesini, babasini, kardeslerini diğer anne, baba, kardeşlere birlikte katletmiş. 5-6 yaslarında bir cocuk henüz ölüm kavramını idrak edememişken, bir anda kendini sokakta bulmuş. Anne babasının, kardeşlerinin bir mezarları, mezar taşları bile olmadığından, sanırım uzun bir süre daha idrak edememiştir ölümü. Sadece derin, kocaman, karanlık bir yetimlik, kimsesizlik, yoksulluk kavramının içinde yüzüp durmuş. Ona yadigar bir şey kalmış bu günlerden.  Hayatı boyunca yakınındaki insanların ölümlerine şahit olmaktan ölesiye korkmuş. Nasıl büyüdüğünü çok fazla anlatmadı, yahut zazaca konuştuğu için ben anlayamamışım. Sonrasında bir şekilde evlenmiş, cocukları olmuş. Bütün bu başına gelenlerin sonucu olarak hayatta olunabilecek en şefkatli baba, koca, dede olmuş. Burası bana muhteşem geliyor işte. Kendisine rol-model olmayan bir baba figürü yokken bir insan nasıl mükemmel bir baba olabilir? Bunu nasıl başarır inanın tahayyül edemiyorum. Acaba o kadar şefkatli olabilmeyi nasil başarıyordu? Kendi babasının onu sevmesini hayal ettigi gibi mı kendi cocuklarına davranırdi? Torunlarını ağlarken gördüğünde önce "Annen baban evde yok mu?" diye sorardi. Ona göre bir cocuğun ağlamasının birincil nedeni anne babasının evde olmamasiydi.



 
Tarih lanet olsun ki tekerrurden ibaret olmuş onun için. Acilar en derinimize isliyor, en sevdiklerimizle ilgileniyor hep. Hepimiz maalesef amcamın gitmesiyle ölümle tanıştık. Hatırlıyorum, sesli olarak bunu kendime sormuştum, "Dedem acaba kac gun dayanacak evladının yokluğuna, kırkını çıkarabilecek mi? Aslan gibi, en babacan, en şefkatli, en iyi yürekli amcası bizi aniden terkediyor. Hepimiz şoktayiz. Kimse kimsenin uzun bir süre gözlerinin icine bakamıyor. Bir mezar tasının önüne gidiyorsun ve o dag gibi adamın adi yazıyor orada. Gerçekten ölüm bazılarına hiç yakışmıyor. Amcam dağ gibi adamdı. Bir kahraman gibiydi. Bulur buluşturur, herkesin yardımına koşardı. Onun adının o mezar taşında yazdığına hala inanamıyorum. Başka bir yerlere gitti diyorum, onun bildiği vardı mutlaka. Büyük adamlar demek erken giderler. İnsanın acısı büyük olunca inanmak için klişelere sığınıyor işte. İnsan bazen anları hafızasında tutar. Amcamı mezara koyduklarında dedemin onu son defa öpmesini hiç unutamam. Unutmayayım da zaten. Evren varolduğundan beri belki yaşanılabilecek en acı sahne. Yüreğimi ezip, birinin elleriyle sıktığını hissettim. Somut bir acı duyarım hala o sahne aklıma geldikçe. Dedemi diğer mezarlık ziyaretlerinde mezara bakarken hiç görmedik biz. Bakmazdı. Hep suçlu gibi yüzünü eğer, kafasını o mezar tasına çevirip bakmaya cesaret edemezdi. Ayıp, günah zannediyordu yasamayı belki, kendi babasına bir kez daha hayran oldu belki, o, kendisi gibi cocuklarının ölümüne şahit olmamıştı. 
 



 
Dedem öyle  guzel gulerdi, oyle guzel aglardi, oyle guzel çay demlerdi, oyle istahli zeytin yerdi ki, öyle içten 'eşşeoğlu eşşek' derdi ki, hepsi yüzde yüz gerçekti, kör kütük gercekti. 



 
 Her akşam yatmadan önce dedem hepimizin ayakkabılarını
kontrol ederdi. "Dedee, bak ben yeni ayakkabi aldım, bu akşam eskileri görmezsen sasirma haa, evdeyim ben" derken "Essoooggluuu esssek" der, kırk kiloluk bedeniyle inatla kovalardi. 



 
O bir acıyı ömrüne yaymis, yetmemiş, daha büyüğünü tatmış, ama öleceğini anlayan bir hasta çaresizliğinde göçmedi bu dunyadan. Hayran oldugum bir itikadı vardı. Benden ya da hiçbir cocuğundan, torunundan bir bardak su istememiş bir adam, son günlerinde "Cigdem, çilek çıkmış mıdır acaba" diye büyük bir merakla sormuştu. İnsan sevinir, dedemin keyfi yerinde, iyileşiyor diye. Ama ağlamaya başlamıştım. Dedemin son günleri olduğunu anlamıştım. 
O çekingenliği, o ezilmisliği, o naifliği, 7 yasindaki cocuklara bile ayağa kalkıp yer vermesine içimden hep kizardim. O bir dervisti, pirdi ama farkında degildi. 

Dedecigim, sen hayatta olmak istediğim bicimsin. Senin oralarda huzurlu olduğunu, ailene, oğluna kavuşmuş oldugun sanrisi bile guzel. Sen 83 yaşında küçük bir yetim çocuktun. Umarım o yetimliğini unutturmuştur ölüm sana. En çok bunu görmeyi isterdim. Bir kerecik de kendi çıkarın için hareket ettiğini görseydim, birinin kalbini kırdığını görseydim, içim ezilmezdi bu kadar.

"Ez gadayi tu bije" denmesin istiyorum senden sonra bana.  Seni cok ozluyorum Dedecigim.


24 Eylül 2012 Pazartesi

Sevgilim;

Yalnızlığın öyle herkesin ilk kertede keşfedemeyeceği özel bir konfor olduğunu bir kez daha yüksek sesle tekrar ederken; sesim, elbette sadece kimselerin bilmediği bir şeyi ilk kez söyleyen insanlarda duyabileceğiniz gururlu, tok, karizmatik bir tondaydı. İnsan yalnız yaşamalıydı azizim.  İhtiyacın olduğunda etrafında nasılsa kıyamet kadar insan bulunabiliyordu. İşyerinde, okulda, internette, şarküteri reyonunun önünde, sokakta, caddede, sağdan soldan binlerce coşkulu arkadaş adayı kalabalığı kulağının dibinden vızır vızır akıyordu. Hepsinin ellerinde kırmızı kırmızı yanan bildirim ikonları: Bu kimse sizin milyon tane fotoğrafınızı çekecek, diş macununu ortasından sıkacak, evde yalnızken ayakkabılarıyla halının üzerinde yürüyecek, sizi ayda ortalama elli kere arayacak ve en az otuz beşinde 'neden aramıyorsun' diye azarlayacak, vs. Ama sen biliyorsun, ancak aciz insan arkadaşa ihtiyaç duyar hemşerim.
 
Yalnızlık, mahkum bırakılmayıp, tercih edildiğinde ona karşı bağımlılık geliştirir ve insansızlık özlemi tüm bedenini bir süre sonra ele geçirmeye başlar. Hayatta canımı sıkan tüm problemlerin insan kaynaklı olduğunu görüp, insansız coğrafyalara bakarken duyduğum huzur aklıma geldikçe insanlığa olan inancım her gün biraz daha azalıyordu. Hayatta hiç yapmadığım bir şeyi yaparak, ilk defa kimseye bildirmeden hiç bilmediğim bir yere doğru yola koyuldum. Her şeyi bırakıp gitme isteği mefhumunun vücut iskelet sistemime ilk sirayet edişi muhteşemdi.
 
Sokaklarında tanıdık bir yüz görme ihtimalinin sıfıra çok yakın olduğu bir kentte, insanların yüzlerine iki saniyeden fazla bakmayı kendime yasaklayarak yürüyordum. Hem de üzerimde mağazadan on dakika önce hızlıca seçilmiş şort, sandalet, şapka ve t-shirt ile. Dışarıdan nasıl göründüğüm umrumda değildi. Varsın özenti özgür kız triplerinde zannedileyim, bunun için kalkıp birbirimizi kırmaya değer mi ahretliğim?
 
İnsan hayatını yoluna koymaya çalışmamalı. Hayat farkedilemeyen bir ustalıkla zaten usul usul yatağına yerleşiyor. Sürekli yanında olan bir çocuğun büyüdüğünü fark etmediğin gibi (bu örneği vermeyi çok seviyorum) bu harika ama yavaş örülen düğümleri de fark edemiyorsun. Çocuğun büyüdüğünü ancak bir fotoğrafa baktığında anladığın gibi, daha mutlu ya da daha mutsuz olduğunun tayinini de ancak geçmişe kıyaslayarak anlarsın.
 
Seni ilk gördüğümde henüz on yedi yaşımdaydım. Ben kendimi çok geveze bulmuyorum ama mantıken on bir yıl daha genç olan mandibula, maxibula, korteks ve bilumum şimdi açıp bakmaya üşendiğim diğer anatomik kısımlarım şu anki halimi bile geveze bulan diğerlerine çok daha fazla enerjikti. Latince kelimeler kullanmaya çalıştım, çünkü seni ilk gördüğümde bu kelimeleri sınava hazırlanmak için henüz o masada öğreniyordum. Daha boş-beleş bir insan olmalıymışım ki, kantinde masada oturanlara kişilere -üstelik sınav öncesi- dönüp bakacak, inceleyecek kadar zaman bolluğu yaşıyormuşum.
 
Seni kim ile tanıştırdıysam, hepsinin vardığı ortak nokta: sanki daha önceden tanıyormuş gibi, öyle sıcak, öyle tanıdık bir yüzü var.
 
Sanıyorum on bir yıl önceki karşılaşmamız bile, beni seninle onlardan daha önce karşılaşmış biri yapmıyor. Çünkü çok daha derinlerden, çok daha eskilerden gelen bir tanıdık gibisin.
 
Tek başına kantindeki o arka masada otururken diğerlerine bakışlarını okuyabiliyordum. Biliyor musun o zamanlarda bile anlayabiliyordum senin bakışlarının anlamlarını. Hepsine ince bir gururla bakıyordun. Yalnızlığının cakasını etrafındaki on sekizliklere alenen atıyordun.
 
Bir şarkı çaldı, Cem Karaca. Eşlik ediyordun mecburiyetten. Eğer resim yapma yeteneğim olsaydı, o şarkıyı söylerkenki ifadeni halen hatırlıyorum, çizerdim. O ifade öyle bir ifadeydi ki, eğer dönemin Ankara Emniyet Müdürü olsaydım, robot resmini çoğaltıp tüm yurda 'genç kızların zihinsel ve fiziksel gelişimlerini olumsuz yönde etkileme olasılığı epey yüksek ifadeler içeriyor' tehlike uyarılarıyla yüzüne bu ifadeyi takınmış tüm erkekleri piyasadan toplatma kararı çıkarırdım. O zamanlar epey enerjik ve yaratıcıydım.
 
 
'Kim bilir hangi bölümde okuyordur bu namussuz' diye iç geçirerek sınava girdiğimde, hemen sol yanıma oturduğunu görmek IQ'mu anında sıfırın altına çekmeye yetti. Üstelik hareketlerine bakılırsa bu çocuk bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Uzaylı görmüş uzay gemisi mühendisi gibi gözlerimi kısarak 'Sanırım bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor ha' diye anında gerçek hayata döndüm. Canımın içi benden kopya istiyordu. Ve lakin o anda adımı bile sorsaydın sana 'Şehriyeli Tavuk Çorbası'ndan fazlasını söyleyemeyecektim. Fizik kuralıdır, vücut şoka girince absürd tepkiler verir, ben de aynı fizik kurallarıyla yaşıyordum ve embesil bir gerizekalı gibi gülmeye başladım. Benden kopya isteyen birinin yüzüne karşı gülümsüyordum 'çalışıp sen de bilseydin' der gibi, kopya isteyen bir öğrenciye küfür gibi, bu 17 yaş hiç sağlıklı kararlar verdiğin bir yaş değil arkadaş.
 
Sonra olaylar biraz daha çabuk gelişmeye başlıyor. Aynı okulda okuduğumuzu, aynı bölümde, hatta alttan derslerin olduğu için aynı sınıfta olduğumuzu anlamam sanırım iki saniyemi falan aldı. Hayat gerçekten yaşanılasıydı. Yalnızlık kesinlikle bana mahsus değildi.
 
 
Bir öğlen arası, Cebeci kampüsündeki kantinden bağlama sesleri geliyor, benim yüreğime ise hançer sokuluyordu. 'Kimdir, necidir bu arkadaş?' diye her zamanki merakımla keşfe çıkmışken, canımın içiyle tekrar karşılaşıyoruz. Ben dünyanın en şanslı kızıydım. Bağlama çalıp, türküler söylüyormuş. Ben galiba hiç bitmeyecek bir rüyanın içine çok idealist rüya bilimcileri tarafından fırlatılmıştım. Keyfim gıcırdı, karnım tok, sırtım pekti.
 
 
Acaba sesine mi, uzun ince parmaklarına mı, kirli sakallarına mı, uzun kirpiklerine mi, türkü söylerken dudağının yanında oluşan küçük kıvrıma mı aşık olsam diye kararsızlıklar yaşarken, senin o muhteşem dudak kıvrımın birden dümdüz bir çizgi oldu, dilimi on bir yıl bağladı yakışıklı oğlan. 'Kaynanam da sizin oralı, tanıştığımıza memnun oldum' isimli çok acıklı yöresel ağıdımızı mı duyacaktım ben? Sen git kendini bir zahmet denize at efendi, memnun olmakla falan fazla vakit kaybetme zalımoluzalım.
 
Hayatımın en büyük hayalkırıklıklarından biriydi. Kimbilir yüzümün ifadesi nasıldı, eminim az önceki emniyet müdürü, benim yüzümdeki ifadeden bulunan bütün insanları piyasadan toplatma kararı çıkarır ve derhal yataklı bir psikiyatri kliniğine sevkini sağlardı. Biz delikanlı adamız. Bir adam sevgilisi olduğunu söylüyorsa, peşinden koşma, hırslanma, onları ayırmaya çalışma vs asla olmaz. Ve o kimseye gözler öyle bir kapanır ki, dudaklarının yanındaki çizgileri üzerine kaç on bir yıl eklense de göremezsin.
 
Kendimi sana bakmaya yasakladığımdan sonra sanırım sadece bir kere sanki biri yüreğimi elleriyle sıkıp bırakmış gibi acı çektim. Beni sevgilinle tanıştırmaya götürdüğünde onun seni yanağından öyle içten öptüğünü gördüğüm anda. O an oturup ağlasam, sevgilin bile sesini çıkarmadan, gizli bir anlamışlıkla beni dinler, teselli ederdi.
 
Hayat Serdar Ortaç'a ve bize nazik davranmadı sevgilim. Kısacık okul hayatımız bitti ve hızla başka hayatlarda hızlıca başka insanlara dönüşmeye başladık. Bizim birbirimize yaptığımız en güzel şey, birbirimizi hayatlarımızda tutmayı başarabilmemizdi. Ki bu yükün neredeyse tamamını sen yaşadın. Dudağının kenarındaki hınzır çizgiden sen sorumluydun sevgilim.
 
Yıllar içinde birbirimize bunu itiraf etme fırsatları yakaladık. Hem de ben senin memleketine atanmışken, orada yalnızlığımla barışmamışken, sen benimle sık sık ilgilenmeye başlamışken. Benim senin memleketinde olduğum zamanlarda, sen de tesadüfen benim doğup büyüdüğüm sokaklarda gezdiğini söylerken de mi fark etmedik mi bu tesadüfleri biz? Mistik anlamlar yüklemeyi ikimiz de sevmezdik, tesadüflere inanmazdık. Türkiye'de sadece beş adet bulunan bir okuldan mezun olmuştuk ama bu sadece bir tesadüftü. Ankara'ya ilk adım attığım hafta izbe bir mahallede kalmıştım. Senin kaldığın eve yürüme mesafesindeymiş. Olabilirdi, her şey olasılık dahilindeydi.


Benim seni ilk farkettiğim anı, bütün ayrıntılarıyla senin de hatırlıyor oluşun ikimizin de o anda aynı katmanda olduğumuzu anlamamı sağladı. Sen beni çoktan fark ettiğin için gelip yanıma oturmuştun. Benden kopya isterken, belki de yüzümdeki gülümsemeyi görmekti amacın, ben kopya vereceğim yerde sana nedensizce gülerken, belki de bu yaşayacaklarımızı hissettiğim içinmiş. Mistik anlamlar yüklemeyelim sevgilim, tamam.

Geçen yıllar bende sana karşı nedensiz ve dipsiz bir öfke biriktirmiş, sende ise bana karşı güçlü bağlar oluşturmuştu. Çıkıp yanıma bile geldin, bir de o zamanlardaki çıkmazlarını yüzüme karşı, belki de ilk diyalog girişimimizdeki gibi anlamsız gülümsememi umarak bekledin. Benim öfkem sanırım ikimize karşıydı da. Sana kızamıyordum, senin koşulların, zamanlaman benden çok ayrıydı. Ancak senden sonraki yenilgilerimde yine senin izlerini buluyordum ben.

Senden sonra hayatıma girenlerin hepsinde senden bir iz vardı. Mutlaka bir benzerlikleri vardı. Hem de öyle herkeste bulunabilecek özellikler değil. Tamamen seni anımsatacak, sana özel, ilk defa sende bulduğum özellikler. Seni aradığımı dilimle itiraf edememişim, görmeyi de becerememişim.


Burada senin ısrarla ikimizi birbirimizin hayatlarında tutma çabana müteşekkirim. Bu sayede çok iyi dost olduk, sonsuza çok yakın güvenebileceğimiz insanlar olduğumuzu birbirimize çok kereler ıspatladık.


Yalnızlığımın doruk noktalarında, hem de saltanatını yaşarken, sefasını sürerken, Bodrum'un ara sokaklarında içtiğim çay bana seni anımsattı. Sorgulamadan atlayıp geldin ve benim yıllardır senin tek başına görüp de inandığın şeyi görmemi sağladın. Öfke reflekslerimin geçmesini sabırla bekledin. Biraz yoruldun ama biraz yorulduktan sonra göreceğimi çok iyi bildiğinden ilişkimizin artık bir döneminin bitip, başka bir döneme girdiğini uslubunca anlatmaya çalıştın. Ben geçmişin hoş kareleri arasında boğulurken sen benim o ana kadar hiç görmediğim ayrıntıları gösterdin. Sen benim hayatımda on bir sene kalabilmiş, beni en çok iyi tanıyan insanlardan biriydin, işin o kadar da zor olmadı neyse ki.


Tarih ikimizi de yalancı çıkarmadı sevgilim. Gözlerim dolu dolu oluyor ilk karşılaştığımız anı hatırladıkça hala. Kaç kere şahit oldun tüylerim diken diken oldu ne zaman o ana gitsem.


Zaten hızımızı takip etmekte zorlanıyorum, çoğu zaman sana düşüyor bu ayar, en son hatırladığım babama durumumuzu hızlıca özetleyip artık ayrı yapamayacağımızı ancak Sabahattin Ali roman karakterlerinde görülebilecek bir naiflikte (bana öyle geliyor da olabilir) anlatman ve iznini istemen. Hayatta en kutsal neyi biliyorsanız şahidim olsun ki, biz birbirimizi seviyoruz.


Hayat uzun, ağır ağır işleyen güzel sürprizlerle dolu. Ne yapacağını kestirmek güç, evet. Ama asla yalan söylemiyor. Şakası yok meretin. Gün geliyor, benim sana ilgimi fark edip hızlıca daha kötü sonuçlara ulaşmamak için, beni kendinden soğutmak için söylediğin 'Kaynanam Tuncelili' sözünü bile doğrulatıyor hayat sana. Bizi, o ilk anın büyüsüne götürüp orada bırakmak için, ettiğimiz her lafı doğrulamak için canhıraş çalışma var bir yerlerde. Biliyorum, bir mektubun en klasik bitiş cümlesidir bu ama, başlangıçlara, bitişlere, başlangıç gibi görünen bitişlere, bitiş gibi görünen başlangıçlara takılmayı Urla'da bıraktım canım. Zannetme, ne bir eksiktir, ne de fazla. Seni seviyorum.
 
 
 
 
 
 
 
 

20 Eylül 2012 Perşembe

On parmağında on marifet, elinden her iş gelen şeytan kızlar

Annelerin birer maharet timsali olarak kızlarına günde yirmi altı kere örnek olarak gösterdiği, pırlanta gibi, on parmağında on marifet, oldukça hamarat konu-komşu-akraba kız çocuklarıdırlar. Ama biz bunların hepsini el kızları başlığı altında inceleyeceğiz. Sinsi, alçak, genelde pek meymenetsiz, ömür törpüsü, elinden her iş gelen, maharetli el kızları. Kızlar, kızlarımız. Misafirliklerde hep bir iş çıksa da ilk önce ben atlasam, maharetlerimi sergilesem diye pusuda bekleyen, o pratik zekalı el kızları.

+Çok sıcak bugün de hava.
-Hemen ben size bir bardak soğuk su getireyim Mehpare teyzeciğim (koş koş, eksik kaldın)

Şaşkın şaşkın izliyorum arkadaş ben bunları. Daha dur lafını bitirsin bi Mehpare teyzecağaz, du bakalım belki dondurma isteyecek, belki oruçlu, belki suyu bıraktı, olamaz mı yani (azcık ufkunu aç çocuğum) Bunlar bir de suyu böyle dantelli filan bardak altlığı ile afilli nişan tepsisiyle falan getirirler, ha benim kızçeme. Kendisinin tam olarak neyi istediği sonuna kadar dinlenmemiş zavallı Mehpare Teyzecağız, suyunu bitirmesini müteakip, havada kapar bardağı bu şeytan kız. Başını öne eğerek, nazlı nazlı süzülerek boş bardağı mutfağa götürür. Dışardan bakınca akıl edememiş gibi görünen, ama aslında o ana kadar Mehpare teyze ve su arasındaki her türlü olasılık kombinasyonlarını atlamadan düşünen aslında duyarlı, hassas, mağrur, temkinli diğer kızların anneleri de çok manalı, gaddar ve yan gözlerle bakar kızlarına bu sırada. (Bu annelerin temsilcisi olarak da izin verirseniz Makbule Karakuş'u seçiyorum ben) Kaşıyla da gerilim dolu işaret çeker 'Bak gör, elin kızları nasıl" babında. Ardından da 'Ah ah, bir güne bir gün rahat yüzü göremedim ben' iç çekişi gelir. El kızı ise mutfaktan dönüp, gururlu, pek mağrur, hafif mahçup tavırlarla oturur sandalyesine. Sanki bana mutfakta gidip 2 Hidrojen, 1 Oksijen karbonunu kovelent bağlayıp su yaptın anasını satayım.

-Çay içer misin Aynur teyze? (atak üstüne atak)
+Ne çabuk demledin kızım?
-Şeyy, elim hızlıdır da biraz, ihihih (senin mizah anlayışına tüküreyim ben)
+Bizim kız olsaydı giderken içerdin ancak. O da buzlu çay hahaha (Makbule Karakuş) Ben de bir bardak alayım kızım.
-Hihii. Kaç şeker istersiniz?
+2
-Limon?
+Olmasın kızım.
-Açık-demli?
+Açık olsun çarpıntı yapıyor.
-Tamam Aynur Teyzeciğim. Çarpıntı yaparsa da merak etmeyin, tuzlu ayranım süperdir benim (psikopatın derdine bak)
+Maaşallah kız Mehpare, kız değil İrona yetiştirmişsin.

Çayı getirdikten sonra diyecek bir şey bulamayan şaşkın kız bir hamlede bulunur:

-Gelsene yanıma, öte kaydım bak, gel otur yanıma.
-Şeeey, olmaz, sandalye jeopolitik konumu itibariyle mutfağa daha yakın, gidip geliyorum ya sık sık kolay oluyor (sanarsın ki abla Asya ile Avrupa kıtasını birbirine bağlıyor)

Kızgın annelerin bakışları daha bir yırtıcı hale gelir burda. "Sus konuşma, konuştukça daha da batıyorsun" dercesine, fışkırır ruhu bir mücerred gibi bakarlar.

E be elin kızı, e be elin kızı, sen orda iki dakika Mehpare teyzeye (özünde sümüklü oğlu Kerem'e) şirinlik yapacağım derken, boş zamanlarında tüm yemek tariflerini öğrenip, içli dışlı köftelerle misafirlerine türlü ziyafetler çektirirken, haftada bir açtığın el işleri sergileriyle annelerin gönüllerinde sarsılmaz tahtlar kurarken ardında bıraktıklarını hiç düşünmezsin) Hiç mi vicdanın sızlamaz bre namussuzun kızı?

Ne ise; bu yazının mesajını umarım alması gerekenler almışlardır.  Bakmayın, olay sadece Mehpare Teyze, Çiğdem, Çiğdem'in annesi Op. Anne Makbule Karakuş, çalışkan el kızı ve bir grup komşu kadını ilgilendiriyor gibi görünse de, evrenin tüm kızlarının muzdarip olduğu kült sorunlardan, toplumun kanayan yaralarından biridir. Haa halloldu mu? Belllki bunu okuduktan sonra bir nebze de olsun düzelecek. Yazı boyunca beni dinlediniz, kah güldük, kah ağladık, sevinçlerimiz, hüzünlerimiz, kırgınlıklarımız oldu, bu haftalık da benden bu kadar. Aman neyse ne ya, yapmayın çocuğum öyle, yapmayın evladım öyle bundan sonra tamam mı? Sizi gidi köylü kurnazları, kendini beğendirmeye çalışan iki yüzlü şeytan kızlar sizi. En çok da neye seviniyorum biliyor musunuz? Siz herkesi kendiniz gibi sanıp, üniversiteye başladığınızda da yakışıklı çocukların gözüne girmek için evlerini temizlemeye gidiyorsunuz ve o çocuklar asla sizinle çıkmıyor, Merve ile daha yeni temizlediğin evde film izleyip eğleniyorlar ya, müstehak. Bu dert, adam olana temiz on yıl yeter. Kemiksiz.



Seni gücümün yettiği her yere yazıp reklam edeceğim kızım. Yarın kendini Hürriyet gazetesi okuyucu yorumlarında bulursan falan şaşırma yavrum. Uğur Dündar'a verip vermeme konusunda kafamda bir takım soru işaretleri var ama. Daha karar vermedim.



Ddit: (bkz: dünyayı kurtaran adamın yakın akrabası) nın uyarısına rağmen son paragraftaki 'uğur dündar'a verip vermeme konusunda kafamda bir takım soru işaretleri var ama' cümlesindeki tümleç eksikliğini bile isteye düzeltmeyeceğim arkadaş. aramızdaki fesatların yüzsüzlüğüne bakar mısınız? bu tip insanların cümlenin öğelerini tamamen iyi niyetle ve özgürce, saymadan, eksikmiş, fazlaymış üçün beşin hesabını yapmadan kullanan insanlar arasındaki yüzyıllardan beri süregelmiş birlik ve beraberliği bozmaya hakları yok diye düşünüyorum. haksız mıyım? haksız mıyım ha? cevap versene menfiye teyze, kemalettin ağbi, esma kız. daha kaç can yakacaksınız ha? daha kaç, kaç...

14 Ağustos 2012 Salı

Toplumun kanayan yarası, 'hadi artık evlen' baskısı


Vay arkadaş! 

Sosyolog, Psikanalist, Astrofizyolog falan olsam, bu konunun üzerine giderdim. Hayır döndüm dolaştım Türkiye’ de bütün kamu hizmeti/özel sektör/sivil toplum kuruluşu bünyesi çalışanların en temelde buluştukları nokta bu. Dairede bulunan bekar personel üzerinden espri yapıp prim yapmaya çalışmak. Bununla eğleniyorlar. Çok komik. Gül gül öldük. 
-Aa simit almış, bir evli olsaydın şimdiye çoktan kalkmış kocana kahvaltı hazırlamış olurdun. Ee hadi artık evlen. 
-Yaşlandın, senin yaşındakiler evlendi çocuk çocuğa karıştı sen hala bekarsın hadi artık evlen?
-Senin yaşındakiler ikinci çocuğunu kucağına aldı, senin kucağında hala laptop. Hadi artık evlen. 
-Aaa ne davetiyesi o, düğün davetiyen mi, bırak artık şu tiyatroyu sinemayı, goygoyu. Hadi artık evlen. 
Bekar arkadaşın normal sınırlarda kabul edilen sakarlığını, moral bozukluğunu, sevinçli olma halini, genel mutsuzluk halini kısaca her durumu sadece ama sadece bekar olmalarına bağlamaları, evlenince geçecek sanmaları beni çok üzüyor corç. Demet Akalın hamfendinin de işaret ettiği gibi bu baskı, toplumun kanayan yarasıdır ki kendisinin “Evli, mutlu, çocuklu” şarkısıyla da bu dertten yakındığını hepimiz biliyoruz. Ama İbrahim Kutluay'a çok dargınım. Kadın arkandan yirmi sekiz tane albüm yaptı, popstar oldu, terketmeyecektin abi. Ülken için katlanacaktın. 

Gel gel gelsene de beni öpsene, bence evlenmeliyiz hem de bu sene. Hebelebelübe belübelebelü, hebelebebülebülebüle.

9 Ağustos 2012 Perşembe

Biri bakarken klavyeyi daha hızlı kullanmak


mahalle baskısı diyeceğim değil. izlenildiğini hissedince olduğundan farklı görünmeye çalışmak, evet bunu diyebiliriz. başımda beni izleyen biri varsa, klavyeyi normalde olduğumdan çok daha seri kullanıyorum. nadir kullanılan klavye kısa yol tuşlarını falan da kullanıyorum. onlar da 'az önce ne yaptın öyle ya?' diye sorunca hafif gülümseyip geçiyorum 'sen bilmezsin' ifadeli derin bakışımla selamlıyorum.
ay şiştim, vallaha yazarken şiştim. soranlar da babam, annem, halalarım falan. o meşhuur tespit; anne babanın yanındayken hiç gereği yokken turistlerle ingilizce konuşmak gibi bir şey bu yaptığım, farkındayım.

hiç işim gücüm yok benim, millet çılgınlar gibi eğlenirken yaptığım şeye bak.

sayelerinde on parmak klavye kullanmayı öğrendim, bunu diyecektim. şe'yapma

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Kendinin sıradan biri olduğunu farketmek


"huzur" dur.

her üniversite sınavı öncesi hayallere dalmıyorum. en basitinden bir güzel sanatlar fakültesi bölümü okur, hayallerimin peşinden giderim demiyorum. artık oturmuş bir hayatının olduğunu kabullenmek, "huzur" dur. iş yaşamımda daha üçüncü yılımda olmama rağmen bir ağırlık çöktü. ilk aylarımdaki gibi görev ili değiştirmiyorum, hatta görev yaptığım servisi bile değiştirmeyi gözüm kesmiyor, dünyayı kurtaracak kişinin ben olmadığımın farkındayım.

aşk romanları okumayı vakit kaybı olarak tanımlardım, zevkle okuyorum. tavsiye ederim, akşamları yatmadan önce altmış yetmiş sayfa aşk romanı okumalısınız. şöyle akıcı olsun, bir esas kız, bir esas oğlan olsun romanda. ooh mis. akşamüstü metro ile evime dönerken schopenhauer' in kadınlar hakkındaki bilgelik öğretilerini okuyamıyorum artık ben, sıradan olduğumu fark ettim.

bir yere içmeye gidilecekse, mekânın yüksek volüm müzikli, bol dumanlı bir bar değil de, evde hazırlanmış mezelerle donatılmış bir bekâr evi yahut evli arkadaşlarımda olmasını tercih ediyorum.

evliliğe hiç mistik anlamlar yüklemiyorum. "evlilik ve özgürlük" "evlilik aşkı bitirir" sorunsallarıyla artık hiç ilgilenmiyorum. insan cinsinin tek eşliliğinin imkansız olması fikrine kafam girsin. sevdiğim adamın çocuğunu doğurup çocuğumuzun yaramazlıkları için komşularla elim belimde kavga etmek istiyorum. akşam yemeğinde "bey" imle oğlanın servis şoförü kimin arayacağı sorunu yüzünden bozuşmak çok normal geliyor. oğlum haftasonu banyoda renkli boyalarla oynamak istedi diye, kapıya dayanan ev sahibine yüzümde boyalarla ayar vermek istiyorum.

emeklilik ikramiyemle dünyayı falan gezmek istemiyorum artık. hatta tüm hayatım boyunca üç dört ülke gezerim yeter. çocuklar şehirden gelir ara sıra, torunlara rakı sofrası falan kurar, bir iki detone türkü söylerim, bitti gitti.

insanın kendinin sıradan biri olduğunu fark etmesi, dünyada duyduğum en şahane şey.

29 Temmuz 2012 Pazar

Msn hesabı açılan babanın yaşadığı kültür şoku


İnsan birini beraber yolculuğa çıkmadan tanıyorum, babaya da msn adresi almadan önce "eski toprak", "karizmatik adam", 'tebrik ederim, yıllardır tanıyorum, kendisini hiç bozmadı' dememeliymiş arkadaş. Baba neydi? Sevgiydi, ataydı, yedi ceddimin en birincisiydi. Sevgi neydi? Emekti. Değildi işte be Asya. Bence Al Yazmalım' da kesinlikle Kadir İnanır'a dönseydin, hala filmi izlerken bir umut 'belki bu sefer İlyas'ın elinden tutar da kamyona biner' diye bekliyorum. Toparlıcam;

-Çido, bana esemes alsana.
-He?
-Esemes ya, hani Almanya'dan halanlarla konuşuyoruz ya arada. Kameralı olsun.
-Haa, mesene diyorsun sen.
-Hayır, windows live messenger 9.0.. Hiç mi ingilizce öğretemedim ben sana?

Sevaptır, birlik beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde babama msn hesabı açtım. Nerden bilirdim işlerin böyle olacağını? Nerden bilebilirdim ki yıllar sonra yaşlanmış halimle gelip bu hatıraları tekrar canlandıracağımı.
ali1958 oturumu açtı.

-ahahaha, baba?
-ali1958 ileti yazıyor. ali1958 ileti yazıyor. ali1958 ileti yazıyor. ali1958 ileti yazıyor. ali1958 ileti yazıyor. ali1958 ileti yazıyor. ali1958 ileti yazıyor.
-slm.
-ahahahaha, babacım şifreni unutmamışsın.
- ali1958 ileti yazıyor. ali1958 ileti yazıyor.
-ali1958 bir titreşim gönderdi.
-ahahahaha, baba titreşimi yazarak gönderdin. sanırım bu bilişim tarihinde ilk defa oluyor. tebrikler.
-ali1958 göz kırpıyor (ekranın ortasında uçuşan kalpler, zarflar, dans eden/gitar kıran çocuklar).

E tabi evde zılgıtı işitiyoruz, Vay efendim neden hızlı yazmayı öğretememişiz, neden avatarına resim koymamışım.

-ali1958 oturumu açtı.
-Baba işyerindeyim. Meşgulüm.
-(böyle yanar döner ışıldak harflerle) Facebooktan ekledim seni. Gelirken 3 g telefonların fiyatlarını araştır. Vay imansız, engelleme beni, engelleyenleri görebiliyorum.

Vay benim babam, vah bana, vahlar bana. bir filmde görmüştüm: Kültür şokuydu bu. Babam iyice kontrolden çıkmıştı.. Arkadaşlarıma "sözlük kasıyor, msn var mı? diye sormasını düşünemiyordum. Hay elimi eşşek arısı soksaydı, Dirhem dirhem deliriyorum. Evimizin direği, gözümüzün bebeği. "ali" mütemadiyen göz kırpıyordu. gidip kimlerin kapısını çalayım, kimden medet umayım?

ali1958 size bir göz kırpması gönderdi.

bu kadar sık göz kırpması gönderemezsiniz.

bu kadar sık göz kırpması gönderemezsiniz.

bu kadar sık göz kırpması gönderemezsiniz.

Gerçekten microsoft bu göz kırpmasında bayağı bi cömert davranmış. Hiiiç olmamış.

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Bir matbaayı bile doğru dürüst yayamamış insanoğlu


At torrent'a gitsin değil mi? Biz hallederiz tövbe estağfirullah. Yalan değil, epey kırgınım. Üç yaşındaki yeğenimin 'teyze, söyler misin acaba matbaanın gelmesi neden bu kadar gecikti' diye soruyor, gözlerimi kaçırıyorum, başka tarafa bakıyorum. 'o değil de fok balıkları çok yalnız' diye hüznünün yönünü değiştiriyorum. Benim çok mu hoşuma gidiyor el kadar çocuğu kandırmak, oturduğun yerden 'geceleri huzurla başını yastığa koyuyor musun' diye sormak kolaydır. Neler çektiğimi ben bilirim. 

Matbaa esasında roma rakamıyla yedinci yüzyılda bulunmuş çocuk. Latin rakamlarıyla bulununca inanmıyorsunuz. Osmanlı'ya gelişi 1772. Daha fazla soru sorma çocuğum. susuyorum çünkü çocuğun gerçeği pedagojik formasyon almış bir tarih öğretmeninden duymasını istiyorum. Uzmanlar bunu öneriyor.

Şimdi cahil, aklı bir karış havada, andavallı.  homo sapiens'in kutsal olduğuna inanıyor. 'Ya teyze bi git allah aşkına, adamlar yazıyı tee mağaralarda avladıkları hayvanların derilerine yazıyorlarmış, doğru konuş' diye maskara edecek beni.

Hele hele ilk modern matbaanın 1430 yılında kurulduğunu ve osmanlı'ya -o da engizisyondan kaçan yahudilerin yardımıyla- 1488'de geldiğini ancak tevrat bastıkları için yasaklandığını, en nihayetinde allah yüz bin kere razı olsun lale devrinde İbrahim Müteferrika'nın 1727'de getirdiğini nasıl açıklayacağım konusu asıl beni delirten. İnsan böyle bir şeyi küçüçük bir çocuğun gözlerinin içine bakarak nasıl direkt söyleyebilir ki? Heyhat heyhat mı?)


Gerçi şu anda matbaa var da ne oluyor, halen kitaplar toplatılıyor, polis baskınarından bir gece önce yakılarak imha ediliyor, bunu da bir şekilde anlayışla karşılayacaktır herhalde (burada Levent Kırca tanrıları ruhumu esir alıyor)

Tüm bunların toplamında, asıl içimi yakan da şu oldu, bu adamlar matbaayı bulacağız diye yüzyıllar önce asrın icadı 'geciktirici'yi bulmuşlar, farkında değiller.

Şimdi yeğenim gelip 'teyze peki geciktirici nedir?" diye sorsa piskolocik miskolocik dinlemem, insanoğlunun matbaayı yaymakta neden bu kadar geç kaldığını pat diye söylerim. Yerim piskolocisini de, şeyini de.

Hayatın sadece bizim seçimlerimizden oluştuğu palavrası


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellâl iken, pireler berber iken, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken birileri bir arada yaşamak zorunda kalmışlar. Bütün bir arada yaşamaya başlayan insanların  ilk akıllarına gelen gibi, bunların da ilk icraatları düzeni kurmak sevdasına, bir takım kurallar üretmek olmuş.  Modern anayasa, içtihat, görgü kuralları, pencereden sarkan ve arkandan 'Nereye gidiyorsun bu saatte komşum hu huu' diyen tombul kollu teyzelerin,  gençlerin fiziksel ve ruhsal gelişimlerini belirleyen kurumlarının çıktığı kaynak budur. 'İlişkimizin adını koyalım'  Sen git avlan, mağaralara avladığın hayvanların resimlerini çiz, hanımınla eğleş, tekerleği bul, matbaayı yay (hiç darılmaca gücenmece olmasın, bunda epey başarısızdınız, hiç yapamıyorsan torrent'e falan at, gençler halleder zaten). Ne bileyim ne güzel hayatlarınız var, havadar ceylan derisi kıyafetlerinizle git takıl efendi gibi homo sapiens. Yok ama, kurtarmaz. Sen koskoca insanlıksın, her şeyden önce kutsalsın. Hemen çıkmasına, doğrusuna bakmadan alel acele toplama bir toplum kurup içindeki insanların analarından emdikleri sütü burnundan getirmen gerekir. Tabiatın kurusun. 

Okulda bize ilk öğretilen 'Okuduğunuz metni yazıldığı dönemin koşullarına göre değerlendirin' olmuştu. En  baba yazarlara bile ukala ukala 'Ben de yazarım, ne var ki bunda? Yeşilçam'da çekilse geyiğini yaparız, William Shakespeare yazınca Romeo ve Juliet olmuş işte' derdim. Metinleri ve filmleri o dönemin koşullarına göre incelemesini -dönem hakkındaki bilgi eksikliklerimden de olabilir- pek becerebildiğim söylenemez. Ama bu yöntemin empati becerimi geliştirdiği aşikar. 

Konuşma tarzını, politik kimliğini, giyim kuşamını, karakterini vs beğenmediğiniz insanların o hale nasıl geldiklerini düşünmek, ona duyduğum öfkeyi cidden azaltıyor. Öfke diyorum, çünkü manyak bir toplumda yaşıyoruz. Nefret söyleminin kapsama alanı ne ara bu kadar genişledi bilmiyorum ama artık açık açık hedef göstermelere, linç edilmelere kadar genişlemiş durumda. Biz de bu toplumda yaşaya yaşaya bir kere bile karşılaşmadığımız insanlara elle tutulur bir nedenimiz olmadan sevgi duymaya, onlardan nefret etmeye başladık. Çok analitik düşünebilen biri değilimdir ama, herkesin her yaptığının ardında mutlaka ama mutlaka kendine özgü mantıksal bir açıklaması bulunuyor. Yaşananlar bir bütün olarak görülüp yorumlandığında, bize çok absürt olan bir davranış, başka bir kimsenin standardı olabiliyor. Zaten memleketçe başkalarının hayatlarına bakarak bir 'doğru' 'yanlış' belirleriz. Kendimizinki de dahil olmak üzere bütün hayatlara da sayıca baskın olanlara bakarak bir değer veririz. Çok övündüğümüz, kutsal bulduğumuz ahlak kuralları böyle oluşuyor işte. Çok olanlar haklı. Ne kadar kolaycı, hiç düşünme gerektirmiyor halbuki. Bu kadar kutsal görecek, sahiplenme hakkını kendinde görecek ne emek verdin, kaç ATP yaktın ki bunun için?

An geliyor, hiç olmayacak şeyler yapıyoruz. Kendime bile şaşırdığım, hunharca tokatladığım zamanlarım oluyor. Bir keresinde bir hizmet içi eğitim programında konuşmacı olmuştum da, bunu daha sonra evdekilere gelip anlattığımda daha önce kendimin bile duymadığım buğulu, seksi, neşeli, olağan bir şeyi anlatıyormuş gibi duran ama aslında elime megafon versen sabahlara kadar anlatabileceğim bir olayı, o tuhaf karışım ses tonumla: 'Nasıl geçti gününüz, benim de nasıl olsun işte bugün eğitim verildi, ben de konuşmacıydım işte, Bursa değil sadece, Marmara genelinde, hmm. Bin kişi vardılar herhalde, ondan sonra öğlen yemeğe dışarı çıktık vs..' Şimdi insan kendi kendini bile yeri geliyor tokatlıyor, neyin değişmeyeceğini iddia edebilirsin ki? Ne yaşadığını bilmeden kimin hayatını sorgulayabilirsin ki?

İnsan kendini değerli hissetmek zorundadır beyim. Başka türlü baş edemiyor, yapamıyor. Kendinin değerli olmadığına inanmıyorsan,  başka insanlardan daha özel hissetmiyorsan ve bunu sorun ediyorsan, zalım tıp bilimi karşısında hastasın. Kendine çok güvenen, kendini aşırı beğenen biriysen ve bunu sorun olarak görmüyorsan, neyse ki aynı zamanda adil olan tıp bilimi karşısında yine hastasın.

Bu standartları kim koydu bilmiyorum. Ortalama bir davranış biçimi var, başına gelenlere vermen gereken tepkiler var ve bunu kitaplaştırmış bir otorite var. Orada yazılanlar dışındaysan iyi bir çocuk değilsin ve üzgünüm ortalamadan sapmak federal bir suçtur.

Benim yazma serüvenim şudur: Yazmaya başlamadan evvel kafamda olan şeylerin hiçbirini yazıya dökemem ve iflah olmaz bir konuyu toparlayamama, dağıtma, daldan dala atlama, dallandırırken budaklandırma hastasıyımdır. Yardım almıyor değilim, tedavi oluyorum.

Yukarıda söylemek istediklerimi neyse ki Gönül Yarası filminde Dünya (Meltem Cumbul), Nazım Öğretmene (Şener Şen) söylemiş.




-Bana çaresizlik mavalı atma. Her şey bizim elimizdedir. 

-Elimizde mi? Elimizde mi? Öyleyse iyi dinle. Ben 13 yaşındayken 2 kişi tecavüz etti bana. Ailem o herifleri yakalayacağı yerde beni kurşunladı -namuslarını temizlemek için-. Sokaklara atıldım ben, süründüm. Pavyonlara düştüm. Ama her şey benim elimdeydi öyle mi? Kocam sabah akşam hiç acımadan dövdü beni. Üstelik de beni kurtarmak için evlenmişti. Bütün bunları ben mi yaşamayı istedim? Kim bana bunların hesabını verecek? Asıl sen bana maval atma öğretmen!


sonrası Şener Şen' in elleriydi zaten.

Diyeceğim odur ki bilip bilmeden konuşup durmasak ne de şık olur (artık burada çıldırmış), yazıklar olsun bize, imagemakerlarımıza, yaşam koçlarımıza! Yazıklar olsun şeklimize, kalıbımıza!  









15 Temmuz 2012 Pazar

Ölümü düşünmek

Sigaraya başladım. Zaten yıllardır içkinin yanında yıllardır kullanıyordum, iyi oldu. Üç günde dördüncü paket bitti. Boğaz enfeksiyonu geçirdim bu yüzden. Antibiyotiğe başladım. İki gündür çok fazla buz yediğim için de ateşim çıktı. Ayak tırnaklarımı kökünden kopardım. Kanadılar. İki gündür tek başıma bu odanın içindeyim. Aynur Doğan söylüyor şimdi. Ben ölünce bu kadın arkamdan ağıt yaksa olur mu? Sahi siz de kendinizi çok değersiz ve yalnız hissettiğinizde ölümü düşünmüyor musunuz? 

Hangi şekilde ölmüş olursam olayım, tüm sonuçlarda aslında ne kadar sıradan bir kimse olduğumu anlıyorum öldüğümü düşününce. 

Herkesin dillendirdiği "eser bırakma" isteği vardır. E bıraktım diyelim?

Çok güzel bir şarkı bestelemişim, hatta destanlaşmış, yüzyıllardır dinlenen bir türküymüş bu. bir oğlan dinlemiş, sevdiği kıza açılmış sonra evlenmişler. Sayemde birileri mutlu olmuş. 

Devrim olmuş ülkemde diyelim, benim sayemde halklar özgürlüğüne kavuşmuş, fotoğraflarım süslüyor meclisin duvarlarını. ben öldükten patronlar artık işçileri sömürmüyormuş. 

Bir kitap yazmışım ben. Bestsellerdenmiş. Benim yazdığım cümleleri okumuş bir genç kız, gece uykusu gelmiş sonra komidinin üzerine koymuş ışığı kapatıp yatmış. Kitabın kapağında benim ismim yazıyormuş. 

Çocuğum varmış benim. Onu dünyaya ben getirmişim. Bütün hayvanları, bitkileri, nesneleri, organları ben öğretmişim ona. Ateşin yaktığını, suyun söndürdüğünü, yüzmeyi, okumayı, hücreyi, çeperi ben öğretmişim ona. 

Ben şu anda ölüyor olsaydım, hala birileri içmeye gidiyor olurdu, patronlar işçileri sömürüyor olurdu, şu bilgisayar şu masanın üzerinde hala duruyor olurdu, dışarıda araba sesleri geliyor olurdu. 

Ben şu anda ölüyor olsam, hiçbir şey değişmezdi. Dünya yine dönüyor olurdu. Babam hala öbür odada televizyon izliyor olurdu.

Bazen ne kadar önemsiyoruz kendimizi.

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Facebook'ta yakaya yapışan uzaktan arkadaş

neden onsuz yapamayacağımıza inanıyor bilmiyorum ama merak uyandırıyor, kendini de izletiyor it.

sayende online olamıyorum. sahi sen online olur olmaz 'naber kaçaaaak' diye yazan bir otomatik bot musun? bunu kendine yapma.
gönderi gönderi takip ediyorsun, ben senin namusun muyum? hayır.
her yazdığıma 'deliiii:)' 'çatlakk' 'çalıyorumm' yazıyorsun, bugüne kadar ağzımızı açıp tek bir kötü laf ettik mi? asla.
başka yerlerde takip ettin, bir güne bir gün anfarov ettik mi, bulokladık mı zalımoluzalım, yapmadım.

olur olmadık fotoğraflarımın altına annemlere selam söyledin, söylemedim mi? aleykümselam.
yanlışlıkla bir gönderini beğendiğimizde 'heyy, orda mısın, neden online değilsin' diye kan kırmızı rengindeki özel mesajlarını yuttuk mu? inanmazsan git sor, herkes kızılcık şerbeti içtiğimi zannediyor.

geçen sene seni kızkardeşim diye eklemedim diye mi yapıyorsun bunları? bak ben gerçekten iyi hissetmiyorum. piskolocik sorunlarım var benim. insan sevmiyorum ben. kişisel algılama kurban olayım. kabul benim de sana karşı ilgisiz kaldığım zamanlar olmuştu. son zamanlarda epey ihmal etmiştim seni, yorumlarına direkt 'beğen'e basıyordum -bu seni bir süre susturuyordu- ama son yaptığın yenilir yutulur cinsten değildi, kabul et.

check-in yaptığın bir mekanda çektiğin kemalpaşa tatlısı fotoğrafı çekip beni etiketlemişsin. hayır hayır. bunu bize yapamam. artık gece gündüz facebook chat'te kimin yolunu gözleyeceksin bilmiyorum ama, ben pılımı pırtımı toplayıp babamın evine dönüyorum. hem ne diyordun sen geçen 'bi lafa bakarım laf mı diye, bir adama bakarım adam mı diye'.

son bir şey: en ağırıma giden de beni aralarındaki en tombul kemalpaşa tatlısında etiketlemen olmuştu. buna katlanamazdım. ne oldu, sustun kaldın. yoksa anfarov, bulok, engelle ve arkadaşlarımdan çıkar seçeneklerinin hepsine aynı anda mı maruz kaldın hayatım?

Neyse meşgulsn sanırm ben yatyrum iyi eglncelr sana

12 Temmuz 2012 Perşembe

Bipolar Bipolar Yaylalar

Sekiz yıldır hiç ara vermeden çalışıyorum. Bir özel hastane, dört tane de devlet hastanesi değiştirmişim. Çok afedersiniz dolu dolu yirmi dokuz yaşımdayım. İşyerlerimden her ayrıldığımda aynı soru sorulur bana 'canım stajın bitti mi'. Biliyorum, bir kadın için olduğundan küçük görünmek avantajdır. Ancak üç buçuk yıl bilfiil çalıştığım iş arkadaşlarım da artık beni stajyer sanmasın bir zahmet. Ne yazıktır, binbir umutla başladığım 'dayre'lerde de adam yerine konulduğum pek söylenemez. Ben her ne kadar kendimi kurup, en döpiyesli, en full makyajlı halimle, en yüksek topuklu ayakkabılarımın üzerinde fıtı fıtı işe gidip yüzüme birazdan ana haber bülteni sunacak spiker ifadesi takınsam da hevesimi söndürüyorlar. Çay söyleyecekleri zaman bana tereddütle bakıp 'Sen çay içer miydin canım' diye sorduklarında çok gücüme gidiyor. Yok ablacım, çay değil, oralet söyle istersen bana. Valla. Ya da tamam çay söyle ama üzerine soğuk su ilave edelim, yedi yaşımdayım ya ben, sıcak çay içemiyorum. Süt dişlerimin minelere zarar veriyor. İnsanların beni ciddiye almamalarının, ciddiye alsalar bile yeri geldiğinde ilk kurban verilecekler listelerinin zirvesinde benim olmam, elbette ki benim hatam. Ne zaman bir mağazada aristokrat takılmaya kalksam, para üstünü alırken 'Dur canım, ben sana iki buçuk lira vereyim, sen düz hesap on lira çevir bana' dediğimde olayım bitiyor. Otobüste tüm ağırlığımla tuğla kadar kitap önümde takılmaya çalışsam da 'Arkaya  doğru ilerleyelim beyler' ile oracıkta yalan oluyorum. Dolayısıyla yeri geliyor, ortaokul öğrencisi kuzenlerimden bile azarı işitiyorum. Onlara bu rahat davranma özgürlüğünü ben veriyorum elbette. Çoğu zaman bu gevşek ortam hoşuma gidiyor. En azından vücudumdaki ihtiyaç fazlası enerjimin bir kısmını yakabiliyorum. Bu arada kayıtlıdır, yetmiş iki saat uykusuzlukla, üstelik konuşma konumunda bir bataryaya sahip bir bünye benimki. Eminim ki kendimi stand-bye konumuna getirince rahat bir haftayı çıkarabilirim.

Bipolar bozukluğun en önemli belirtilerinden biri bu uykusuzluk hallerinde kendini hiç yorgun hissetmemek ve davranışlardaki ani değişkenliklermiş. Ben bunu uzun bir süre 'ikizler burcu kadını' olmama bağlamıştım. Zaten Allah göstermesin, biz ikizler burcu kadınları olarak sağolsun sayenizde ne şerefsizliğimiz ve karaktersizliğimiz kaldı. Mahkeme kararı ile insan ismini, babasını, dinini bile değiştirebiliyorken burcunu değiştiremiyor maalesef.

Bipolar bozuklukta 'mani' halleri varmış. Henüz bana konmuş bir teşhis yok ama, insan kendini bilmez mi? Biliyorum, hepiniz bilip de benden gizliyorsunuz. Gelin yüzüme karşı da söyleyin, metinim. Ben iflah olmaz bir bipolarım. Neyse ki, bunun hiç bitmesini istemediğim dönemi 'mani' evresi. Beyin burada dayıyor mutluluk, enerji hormonlarını, dışarıya şahane manzaralar veriyorum. Misal, halay  başında kontrolden çıkıyorum ve peşimden sürüklediğim insanlarla yörüngeden sapıp gözlerden uzaklaşıncaya dek halay çekiyoruz. Düşünsene, başına ne gelirse gelsin içinizdeki ses sürekli 'koy götüne rahvan gitsin' diyor. Bedava terapi. Kafam hep binbeş yüz. Gece gündüz uçuyorum, kaçıyorum, zıplıyorum, atlıyorum. Bir keresinde hiç unutmam, ameliyatla ayı olmayı bile düşünmüştüm ki altı ay kadar uyuyabileyim ve kimsenin buna itirazı olmasın.

Velhasıl bu bipolar zıkkımının diğer kısmısı çok acıklı. Reklamlarda bile ' O kadın neden kireç sökücü kullanmıyor, gitti güzelim çamaşır makinasının rezistansı, görüyormusun? diye boynumdan tuvalet kağıdı rulosunu geçirip hönküre hönküre ağlıyorum. İçimdeki ses sürekli 'haybeye yaşıyorsun be Çido' diyor. Zaten çalışılan yer de hastane olunca, kopan elini diğer elinde taşıyarak getiren insanlarla karşılaşabilmeye müsait bir yerde çalışınca, ağlamak için neden bulmakta hiç zorlanmıyorum.

Bu bipolar mevhumu kullanmasını bilene büyük bir zenginliktir. İnsan kendine yaratıcıyım demez ama, mani dönemlerimde yazdıklarımı depresif dönemde okuduğumda başka bir kalemden çıkmış gibi geliyor. İnanamıyorum, şaşırıyorum, ben ki silmek için telefonun mesaj kutusunda kendi mesajlarıma denk geldiğimde bile utanıyorum, kızarıyorum; kendi kendime 'güzel yazmış piç' diyorum. Sonra oturup kendi kendime piç dediğim için bir güzel ağlıyorum. "Piç sensindir" "Sana benzer" diye kısır döngüsü bir ağız dalaşına giriyorum. Kimbilir bu bipolar bozukluk hangi Nihat Doğanlar evreni Tanrılarının bana kutsal bir emaneti. Acaba nasıl bir hata işlemiş olabilirim ki, Tanrıları hangi sebepten kızdırmış olabilirim ki, bana böyle bir ceza verdiler. Ama bildiğim tek şey, bipolar bozukluk, bana kundaktaki bebek emaneti gibidir. Bipolar bozukluk benim namusumdur (eğer bir gün 'yazıların sonunu doğru dürüst bir yere bağlayamamaktan' ölürsem lütfen bundan çocuklarıma bahsetmeyin)











2 Temmuz 2012 Pazartesi

Otobüs camına yaslanan hayat

Saatlerdir evin en arka odasında, rahatsız bir sandalyede hareketsiz oturuyordu. Odanın içindeki her nesneyi en az doksan dakika izlemişti. Hayır, hayır. Şu tavanda yanan lambaya tam üç saattir baktığını hesap edersek, bu diğerlerine bakma sürelerini hiç olmazsa en az kırk dakika düşürürdü. Duvardaki saate baktı. Uzun süredir sadece ışığa baktığından, ilk birkaç dakika yalnızca karanlık gölgeler görebildi. Gölgeler hiç gitmiyordu. Hatta bir an, eskisi gibi göremeyeceğini bile sanmıştı kadın. Gölgeler, dikkatli bakınca geometrik şekiller halinde odaya yayılıyordu. Saatin merkezinden odanın içine doğru yayılıyor, yayıldıkça oda daha da kararıyordu. İnsan, gözlerini ışıktan çekmeden, uzun süre odaklanırsa, diğer nesneler geçici bir süreliğine görünmez. Ama bu, mesele değil. Alışmak, insanın en zorlanmadan yaptığı iş. Günışığı, yalnızca ona alışana dek karanlıktadır.
Nihayet saati görebilmişti. Dokuz buçuk. Beklediği, birkaç gündür gece yarılarına dek çalışıyordu. Kalktı, bugün defalarca olduğu gibi, mutfağa doğru yürüdü. Buzdolabını açtı, ışık bu kez gözlerini alıyordu. Eli, ekmek dolabına doğru eskiden kalma bir alışkanlıkla gitti. Aslında ekmek dolabının kapağı açıktı, boş olduğunu görebiliyordu, ancak yine de elleriyle dolabın tüm köşelerini yoklamak onu rahatlatıyordu. Sabahtan beri hiçbir şey yememişti. Hemen alt katta ekmeklerle dolu bakkal, onun yanında ise, kokuları bazen evinden bile duyulan çeşit çeşit mamüllerin yapıldığı pastane vardı. O, her saat başı boş olan ekmek dolabını eliyle yokladığında açlığını biraz daha duyumsuyordu yalnızca.
Kapının kilidinden çıkan sesler kadının göz bebeklerini genişletti, içeri giren kızının elindeki ekmeği görünce ise kocaman bir gülümseme yüzüne yayıldı. Kız, annesini gülümsemesinden öptü.
-Yine bir şey yemedin di mi? Bakkalın telefonunu bıraktım telefonun yanına. Konuştum da, arayınca istediğini getirecekler.
-Bırak şimdi sen beni, şöyle otur, soluklan.
Kız, annesinin günışığına çıkmamaktan ve havasızlıktan gün be gün solmuş, kirli sarı renkteki sağlıksız cildine alışmıştı. Yüzündeki gölgeleri görmüyordu bile Her akşam yaptığı gibi iş-ev arası yolculuğunu, otobüsten görebildiği kadarıyla annesine anlatmaya başladı. Bu, onların dışarıdaki dünyayı birlikte izlediği penceleriydi. Kız, pencere kenarına oturabilmiş, şanslı olan yolcuydu. Gözleri; işiyle evi arasındaki sokaklarda, caddelerde bulunan her renge değebiliyordu. Birazdan sevgilisiyle buluşacak bir genç kız ona gülümseyebilir, temizlik işinden dönmekte olan kadının manasız, ışıksız gözleriyle buluşabilirdi. Annesi her akşam kızına dışarıda neler olup bittiğini sorardı. Kız bazen sevimsiz şeyler anlattığında kızardı ona. Kızının insanlara haksızlık ettiğini düşünürdü. Kız da her defasında gördüğü en güzel şeylerden başlayarak anlatmayı alışkanlık haline getirmişti.
Altı yıldır bu evin içinden dışarıya adımını atmamıştı kadın. Altı yıl önce, küçük oğlu uçurumdan denize düştü, orada da kaldı. Ekipler gece gündüz demeden arama çalışmalarını sürdürüyorlardı. Onunla aynı anda arabanın içinde olan kocasının cesedi bulunmuştu ama, oğlu küçüktü, küçük cesedi o denizde bulabilmek daha zordu. Oğlunun belki bir mezarı olsaydı, kadın dışarı çıkabilirdi. Gerçi ablası sonradan kardeşinin bütün kıyafetlerini ve eşyalarını bir çukura gömdü, oraya da kardeşimin mezarıdır dedi ama, kadın bir kez bile gitmedi oraya. Kadın kazada arabadan fırlamış, bir kayanın üzerine sırtüstü düşmüştü. Gözlerini açtığında gördüğü ilk şey, masmavi gökyüzü olmuştu. O günden sonra gökyüzünü bir daha hiç görmemek için kendini eve kapattı kadın. Kız dışarıda gördüklerini annesine her gece böyle anlatıyordu. Altı yıl kimse denizden bahsetmedi.
(Agorafobik (evden dışarı çıkma korkusu) bir kadının hayat hikayesinden esinlenerek yazdım)

1 Temmuz 2012 Pazar

Hep sonradan..

Ahmet Kaya'nın şarkısı, 'Hep Sonradan' daha önce yüzlerce defa değdi kulağıma. Şimdi anlıyorum, sıyırıp geçmiş. O zamanlar vücut sıcak, vurulduğumu anlayamamışım. Ya bir öğrenci evinde 'efkar' ın ne demek olduğu hakkında en ufak bir fikrim olmadan demleniyormuşum, ya da odanın içine sadece Ahmet Kaya'nın o tok ve buğulu sesi dolsun diye, ara ara nakarata mırıldanarak harcamışım güzelim şarkıyı.
Merak ediyorum; o zamanlar adam: 'Ne sen Leyla'sın ne de ben Mecnun' dediğinde ne düşündürüyormuş bu şarkı bana. 'Ne sen yorgun ne de ben yorgun, kederli bir akşam içmişiz, sarhoşuz hepsi bu' dediğinde de mi uyanmamışım ben?
Benim iki kuruşluk aklımla, yirmili yaşlarımın sonunda vardığım hayat felsefesini adam on yıl önce kulağıma fısıldıyormuş. Madem biz bizeyiz, bunu söylemekte bir beis görmüyorum; hayat, oralarda pek de güzel değilmiş, aslında yaşandıkça güzelleşiyormuş meret, ekranları başında orta yaş grubunun bloglarını okuyan siz değerli 17-24 yaş grubu genç arkadaşlarım. Hayır efendim, elbette sizin yaşadığınız da güzeldir, ama şu anda hissediyor sandığınız şey, aslında gerçekten yüreğinizden gelen sinyaller değil. Onların giydirilmiş hali. O dönemde ağzınız epey iyi laf yaptığı için hissettiklerinizi kelimelerle süslemeyi pek çok seviyorsunuz. Elbette çok derin duygular yaşıyor da olabilirsiniz, ama unutmayın, yüreğiniz overdose capacity ile çalışıyor, on kaplan gücündesiniz, şimdi sakin olun ve dilinizdeki aşk sözlerini yavaşça alıp da açık bıraktığınız Cemal Süreya kitabının içine bırakın. O yaşlarda yaşanan her şey zaten arabesk. Daha önce kitaplardan okuduğun, romantik-komedi filmlerden izlediğin aşkları sana yaşatacak adamı karşında görüyorsun, tahmin ederim, hiç kolay bir şey değil bu. Ben de ilk sevgilimle ikinci haftamızda ayrı eve çıkacağımızı, üçüncü ayda annemlerle tanıştıracağımı, sene-i devriyemizde de sade bir kır düğünüyle evlenip sonsuza dek mutlu yaşayacağımı sanıyordum. O enerjiyle zaten bunu sanmak zorundaydık, kimsecikleri ayıplamıyorum, az buçuk hormonların davranışlar üzerine etkilerinden haberdarım ve ergenlik dönemimi üstün bir başarıyla tamamladım.
Bu şarkının utanması çekinmesi yok, aniden küt diye geçiriyor sana. Siz el-ele diz-dize oturur pozizyonda 'aşk sarhoşuyuz, bizi ilahi bir güç biraraya getirdi diye birbirinize tanışmanızdaki muhteşem tesadüfleri ballandıra ballandıra anlatırken; arka fonda bu şarkı; ancak çok sonra duyunca anımsayacağınız sözler fısıldıyor.
'Ne sen leyla'sın ne de be...'
-Aşkııım, sahiden de Leyla olduk biz di mi?
Farkındayım, sözlerinde 'Leyla ile Mecnun'u duydunuz ya, hemen gevşediniz (şu anda kan tahlili yapılsa östrojen ve testesteron hormonlarınız normal sayılan üst sınırın yirmi sekiz katı çıkacaktır) Yüzünüze yayılan gülümseme artık geçmiyor, kemikleşti. 'Aşkım, Leyla da Mecnun'u benim seni sevdiğim kadar seviyor mudur' diye mıç mıç laçkalaştınız. Zaten bundan sonra toparlayamam ben sizi. Gidin sevişin canım.
Sözlerin devamını dinleseydiniz kazın ayağının hiç de öyle olmadığını görecektiniz (kazın ayağı normalde nasıl oluyor ki?) 'Ne sen leyla'sın ne de ben mecnun, ne sen yorgun ne de ben yorgun, kederli bir akşam içmişiz, sarhoşuz hepsi bu' 'Biraz alkol alınca hissettiğin şeyler çarpı iki olduğu için, insanoğlu her şeyin en iyisine kendine layık gören bir mahlukat olduğu için bu hallerdeyiz canım. Aslında ikimiz de bal gibi biliyoruz ki birbirimizi bu kadar sevmiyoruz' demiş adam. Fazla gerçekçi. Sahalarda görmek istemediğimiz türden gerçekçilik bu. Birbirimizi kandırmayalım işte.
Bizim bu yaşlarda böyle hissetmemiz için almamız gereken alkol miktarı, sizin damarlarınızdaki asil kanda mevcut olduğundan, öyle şirin, öyle rahatsınız. Şimdi anlıyorum da, ömrümüzün rahat bi' beş yılını bedavadan, resmen kafamız güzel geçirmişiz.
Yine de şunları sonradan fark etmek koyuyor: aslında sevgilinizin gözleri o kadar derin bakmıyordu, dereye bırakılmış bir beşiğin içindeki kendi kendine büyümüş bir masal kahramanı değil ve kesinlikle bir Alex değil. "Ama, üşüdüğümde ceketini veriyor bana?" " Tamamen refleks (ıspatlayabilirim). "Konuşmadığınız tek gün bile yok" "(insanlar konuşa konuşa)" "çok keyifli mesajlaşıyoruz" "(operatör paketlerinin dibi görünmüyor)", "Şahane, eğleniyoruz, süper anlaşıyoruz" "(sevgi anlaşmak değildir nedensiz de sevilir)"
O bir görüntü aldatmacası, illizyon şekerim. Yine de izlemesi keyifli, şaşırmak güzel. Çocukken sihirbazları izlediğimizde tavşanın şapkanın içinden gerçekten o anda çıktığına inanırdık. Sonra öğrendik ki, şapkanın içinde bir bölme varmış, üzüldük. Çabuk atlattık ama hayal kırıklığını. Biraz büyüdüğünde, biletine para sayıp, yanılsama olduğunu bile bile oturuyorsun koltuğa. O illüzyonu izlemeye yine de her koşulda değer.
Hele bir otuzumu geçeyim, daha şarkının;

hep sonradan gelir aklım başıma hep sonradan sonradan
hep sonradan gelir aklım başıma hep sonradan
Kısımlarına da geçeceğiz. Üst düzey bir yetkiliden aldığımız bir habere göre, bu kısımın vicdan ağrısını anlatmak öyle kolay olmuyormuş. Onun için blog kurtarmaz, uzun bir yazı dizisi hazırlar, aramızda beş-on toplar 'Hep sonradan gelir aklım başıma' kısmının kitabını basarız. Filme de çekilir, daha sonra DVD'sini çıkarır, tüm yetkili eczanelere dağıtımını yaparız. Ama daha o üniteye neyse ki geçmedik öğretmenim, birinci ünitemiz henüz bitmedi.

28 Haziran 2012 Perşembe

Görümcemin seksi fotoğrafları için tıklayınız


Eltiler anlaşamaz. Hem neden anlaşsınlar ki, bence eltiler ve gelin-görümceler anlaşsaydı dünya çok sıkıcı bir yer olurdu. Anneler kendi aralarında kavga eder, sonra da çocuklarını ''Git bakalım yengenlere benim hakkımda ne konuşuyor, hepsini tek tek dinle" diye tembihleyerek doğruu yengelerin evine gönderirler. Böylece daha küçük bir çocukken 'dedikodu' nifağının tohumları anne tarafından çocuklarının içine bir güzel yerleştirilir. Çocuklar dedikoduları anlatınca da kıyamet kopar. Kavgaları da bir tuhaf olur bunların zaten. Kimse kimseyi dinlemez, herkes söylemek istediğini söyler sadece. Sorunu çözme derdinde değillerdir. Kendileri söyler, kendileri işitir. İlginçtir, her iki taraf da enerji boşalmasının verdiği rahatlıkla kendilerini tartışmanın galibi sayarak bir-iki hafta galibiyet sevinci yaşar. 'Nasıl verdim ama ağzının payını?'



-Bana baksana sen, koca kadınsın, utanmıyor musun benim arkamdan konuşmaya?
-Ne konuşcam be senin arkandan? Yüzüne de söylerim, cimri şey.
-Yüreğin varsa çıksana karşıma (Kemal Kılıçdaroğlu 'mode on' görümce)
-Aa deli karıya bak. Karşındayım zaten.
-Ha işte anca arkamdan konuşursun böyle
-Çıldırdın galiba, ayol burnunun dibindeyim, o taş gibi koltukların diyorum, cimriliğinden nasıl bir koltuk takımı aldıysan, naylon sandalye konforu yok diyorum, sayende oturarak can veren ilk insan olacağız diyorum, sayende 'popo ölümü' müz gerçekleşti diyorum.
-Söyleyemiyorsun işte, yüzüme karşı söylesen neler olurdu görürdün.
-Ayol onu bunu bırak senin bu kadar zayıflamanın sebebinin Orjinal Afrikan Mango Zayıflama Hapıyla olduğunu bilmiyor muyuz sanıyorsun?
-Lütfen bundan sonra ne derdin varsa gel yüzüme konuş.

Sonra başlar tantana.



-Kızııııııııııım, gel bakayım yanıma (kolundan koparırcasına tutarak) sana yengenlere gitmeyeceksin demedim mi ben? Sana kaç kere yukarıya çıkılmayacak demedim mi?
+ Ya anne ya, oyun oynuyorduk kuzenlerimle.
-Çabuk yürü. Ben oynarım sizinle. Bir daha o eve adım atılmayacak, o kadar!
Bir gün yengelere görümceler misafirliğe gider. Elbette davete çağrılmayan kadının aklında bir plan vardır. Paşa paşa düşer el kadar çocuğun eline 'Haydi git kızım, git yengenlere de benim hakkımda bir şey konuşuyorlar mı kızım? Bak hepsi toplandılar, kesin benim dedikodumu yapıyorlardır, hadi kızım, dikkatlice dinle emi?"



 
Gönderildik yahu. Zorunan dedikoducu bir toplum yarattılar. Gitmesek zopaynan dövüyorlardı, acımıyorlardı. Sonra da ağlıyorlar vay efendim biz nasıl böyle bir toplum haline geldik diye.
"Görümcemin seksi fotoğrafları için tıklayınız. Eltimin seksi fotoğrafları için tıklayınız"
Ellerinden gelseydi bu kadarını yapmazlar mıydı sanıyorsunuz?
Gazetelerin magazin servislerinde çalışacak eleman alımı sınavlarında '1-10 arasındaki soruları eğer bir görümceyseniz cevaplayın, görümce değilseniz zaten sizi işi almayacağız' diye diye özel bir bölüm olduğu şehir efsanesi değildir, yüzde yüz gerçek ve doğrudur.

Bu arada yazıda 'Orjinal Afrikan Mango Zayıflama Hapı' geçiyor diye benim bu reklamdan para aldığımı düşünmenizi asla istemem.


Çiğdem Karakuş

Orjinal Mango Zayıflama Hapı Türkiye Satış Sorumlusu.