24 Eylül 2012 Pazartesi

Sevgilim;

Yalnızlığın öyle herkesin ilk kertede keşfedemeyeceği özel bir konfor olduğunu bir kez daha yüksek sesle tekrar ederken; sesim, elbette sadece kimselerin bilmediği bir şeyi ilk kez söyleyen insanlarda duyabileceğiniz gururlu, tok, karizmatik bir tondaydı. İnsan yalnız yaşamalıydı azizim.  İhtiyacın olduğunda etrafında nasılsa kıyamet kadar insan bulunabiliyordu. İşyerinde, okulda, internette, şarküteri reyonunun önünde, sokakta, caddede, sağdan soldan binlerce coşkulu arkadaş adayı kalabalığı kulağının dibinden vızır vızır akıyordu. Hepsinin ellerinde kırmızı kırmızı yanan bildirim ikonları: Bu kimse sizin milyon tane fotoğrafınızı çekecek, diş macununu ortasından sıkacak, evde yalnızken ayakkabılarıyla halının üzerinde yürüyecek, sizi ayda ortalama elli kere arayacak ve en az otuz beşinde 'neden aramıyorsun' diye azarlayacak, vs. Ama sen biliyorsun, ancak aciz insan arkadaşa ihtiyaç duyar hemşerim.
 
Yalnızlık, mahkum bırakılmayıp, tercih edildiğinde ona karşı bağımlılık geliştirir ve insansızlık özlemi tüm bedenini bir süre sonra ele geçirmeye başlar. Hayatta canımı sıkan tüm problemlerin insan kaynaklı olduğunu görüp, insansız coğrafyalara bakarken duyduğum huzur aklıma geldikçe insanlığa olan inancım her gün biraz daha azalıyordu. Hayatta hiç yapmadığım bir şeyi yaparak, ilk defa kimseye bildirmeden hiç bilmediğim bir yere doğru yola koyuldum. Her şeyi bırakıp gitme isteği mefhumunun vücut iskelet sistemime ilk sirayet edişi muhteşemdi.
 
Sokaklarında tanıdık bir yüz görme ihtimalinin sıfıra çok yakın olduğu bir kentte, insanların yüzlerine iki saniyeden fazla bakmayı kendime yasaklayarak yürüyordum. Hem de üzerimde mağazadan on dakika önce hızlıca seçilmiş şort, sandalet, şapka ve t-shirt ile. Dışarıdan nasıl göründüğüm umrumda değildi. Varsın özenti özgür kız triplerinde zannedileyim, bunun için kalkıp birbirimizi kırmaya değer mi ahretliğim?
 
İnsan hayatını yoluna koymaya çalışmamalı. Hayat farkedilemeyen bir ustalıkla zaten usul usul yatağına yerleşiyor. Sürekli yanında olan bir çocuğun büyüdüğünü fark etmediğin gibi (bu örneği vermeyi çok seviyorum) bu harika ama yavaş örülen düğümleri de fark edemiyorsun. Çocuğun büyüdüğünü ancak bir fotoğrafa baktığında anladığın gibi, daha mutlu ya da daha mutsuz olduğunun tayinini de ancak geçmişe kıyaslayarak anlarsın.
 
Seni ilk gördüğümde henüz on yedi yaşımdaydım. Ben kendimi çok geveze bulmuyorum ama mantıken on bir yıl daha genç olan mandibula, maxibula, korteks ve bilumum şimdi açıp bakmaya üşendiğim diğer anatomik kısımlarım şu anki halimi bile geveze bulan diğerlerine çok daha fazla enerjikti. Latince kelimeler kullanmaya çalıştım, çünkü seni ilk gördüğümde bu kelimeleri sınava hazırlanmak için henüz o masada öğreniyordum. Daha boş-beleş bir insan olmalıymışım ki, kantinde masada oturanlara kişilere -üstelik sınav öncesi- dönüp bakacak, inceleyecek kadar zaman bolluğu yaşıyormuşum.
 
Seni kim ile tanıştırdıysam, hepsinin vardığı ortak nokta: sanki daha önceden tanıyormuş gibi, öyle sıcak, öyle tanıdık bir yüzü var.
 
Sanıyorum on bir yıl önceki karşılaşmamız bile, beni seninle onlardan daha önce karşılaşmış biri yapmıyor. Çünkü çok daha derinlerden, çok daha eskilerden gelen bir tanıdık gibisin.
 
Tek başına kantindeki o arka masada otururken diğerlerine bakışlarını okuyabiliyordum. Biliyor musun o zamanlarda bile anlayabiliyordum senin bakışlarının anlamlarını. Hepsine ince bir gururla bakıyordun. Yalnızlığının cakasını etrafındaki on sekizliklere alenen atıyordun.
 
Bir şarkı çaldı, Cem Karaca. Eşlik ediyordun mecburiyetten. Eğer resim yapma yeteneğim olsaydı, o şarkıyı söylerkenki ifadeni halen hatırlıyorum, çizerdim. O ifade öyle bir ifadeydi ki, eğer dönemin Ankara Emniyet Müdürü olsaydım, robot resmini çoğaltıp tüm yurda 'genç kızların zihinsel ve fiziksel gelişimlerini olumsuz yönde etkileme olasılığı epey yüksek ifadeler içeriyor' tehlike uyarılarıyla yüzüne bu ifadeyi takınmış tüm erkekleri piyasadan toplatma kararı çıkarırdım. O zamanlar epey enerjik ve yaratıcıydım.
 
 
'Kim bilir hangi bölümde okuyordur bu namussuz' diye iç geçirerek sınava girdiğimde, hemen sol yanıma oturduğunu görmek IQ'mu anında sıfırın altına çekmeye yetti. Üstelik hareketlerine bakılırsa bu çocuk bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Uzaylı görmüş uzay gemisi mühendisi gibi gözlerimi kısarak 'Sanırım bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor ha' diye anında gerçek hayata döndüm. Canımın içi benden kopya istiyordu. Ve lakin o anda adımı bile sorsaydın sana 'Şehriyeli Tavuk Çorbası'ndan fazlasını söyleyemeyecektim. Fizik kuralıdır, vücut şoka girince absürd tepkiler verir, ben de aynı fizik kurallarıyla yaşıyordum ve embesil bir gerizekalı gibi gülmeye başladım. Benden kopya isteyen birinin yüzüne karşı gülümsüyordum 'çalışıp sen de bilseydin' der gibi, kopya isteyen bir öğrenciye küfür gibi, bu 17 yaş hiç sağlıklı kararlar verdiğin bir yaş değil arkadaş.
 
Sonra olaylar biraz daha çabuk gelişmeye başlıyor. Aynı okulda okuduğumuzu, aynı bölümde, hatta alttan derslerin olduğu için aynı sınıfta olduğumuzu anlamam sanırım iki saniyemi falan aldı. Hayat gerçekten yaşanılasıydı. Yalnızlık kesinlikle bana mahsus değildi.
 
 
Bir öğlen arası, Cebeci kampüsündeki kantinden bağlama sesleri geliyor, benim yüreğime ise hançer sokuluyordu. 'Kimdir, necidir bu arkadaş?' diye her zamanki merakımla keşfe çıkmışken, canımın içiyle tekrar karşılaşıyoruz. Ben dünyanın en şanslı kızıydım. Bağlama çalıp, türküler söylüyormuş. Ben galiba hiç bitmeyecek bir rüyanın içine çok idealist rüya bilimcileri tarafından fırlatılmıştım. Keyfim gıcırdı, karnım tok, sırtım pekti.
 
 
Acaba sesine mi, uzun ince parmaklarına mı, kirli sakallarına mı, uzun kirpiklerine mi, türkü söylerken dudağının yanında oluşan küçük kıvrıma mı aşık olsam diye kararsızlıklar yaşarken, senin o muhteşem dudak kıvrımın birden dümdüz bir çizgi oldu, dilimi on bir yıl bağladı yakışıklı oğlan. 'Kaynanam da sizin oralı, tanıştığımıza memnun oldum' isimli çok acıklı yöresel ağıdımızı mı duyacaktım ben? Sen git kendini bir zahmet denize at efendi, memnun olmakla falan fazla vakit kaybetme zalımoluzalım.
 
Hayatımın en büyük hayalkırıklıklarından biriydi. Kimbilir yüzümün ifadesi nasıldı, eminim az önceki emniyet müdürü, benim yüzümdeki ifadeden bulunan bütün insanları piyasadan toplatma kararı çıkarır ve derhal yataklı bir psikiyatri kliniğine sevkini sağlardı. Biz delikanlı adamız. Bir adam sevgilisi olduğunu söylüyorsa, peşinden koşma, hırslanma, onları ayırmaya çalışma vs asla olmaz. Ve o kimseye gözler öyle bir kapanır ki, dudaklarının yanındaki çizgileri üzerine kaç on bir yıl eklense de göremezsin.
 
Kendimi sana bakmaya yasakladığımdan sonra sanırım sadece bir kere sanki biri yüreğimi elleriyle sıkıp bırakmış gibi acı çektim. Beni sevgilinle tanıştırmaya götürdüğünde onun seni yanağından öyle içten öptüğünü gördüğüm anda. O an oturup ağlasam, sevgilin bile sesini çıkarmadan, gizli bir anlamışlıkla beni dinler, teselli ederdi.
 
Hayat Serdar Ortaç'a ve bize nazik davranmadı sevgilim. Kısacık okul hayatımız bitti ve hızla başka hayatlarda hızlıca başka insanlara dönüşmeye başladık. Bizim birbirimize yaptığımız en güzel şey, birbirimizi hayatlarımızda tutmayı başarabilmemizdi. Ki bu yükün neredeyse tamamını sen yaşadın. Dudağının kenarındaki hınzır çizgiden sen sorumluydun sevgilim.
 
Yıllar içinde birbirimize bunu itiraf etme fırsatları yakaladık. Hem de ben senin memleketine atanmışken, orada yalnızlığımla barışmamışken, sen benimle sık sık ilgilenmeye başlamışken. Benim senin memleketinde olduğum zamanlarda, sen de tesadüfen benim doğup büyüdüğüm sokaklarda gezdiğini söylerken de mi fark etmedik mi bu tesadüfleri biz? Mistik anlamlar yüklemeyi ikimiz de sevmezdik, tesadüflere inanmazdık. Türkiye'de sadece beş adet bulunan bir okuldan mezun olmuştuk ama bu sadece bir tesadüftü. Ankara'ya ilk adım attığım hafta izbe bir mahallede kalmıştım. Senin kaldığın eve yürüme mesafesindeymiş. Olabilirdi, her şey olasılık dahilindeydi.


Benim seni ilk farkettiğim anı, bütün ayrıntılarıyla senin de hatırlıyor oluşun ikimizin de o anda aynı katmanda olduğumuzu anlamamı sağladı. Sen beni çoktan fark ettiğin için gelip yanıma oturmuştun. Benden kopya isterken, belki de yüzümdeki gülümsemeyi görmekti amacın, ben kopya vereceğim yerde sana nedensizce gülerken, belki de bu yaşayacaklarımızı hissettiğim içinmiş. Mistik anlamlar yüklemeyelim sevgilim, tamam.

Geçen yıllar bende sana karşı nedensiz ve dipsiz bir öfke biriktirmiş, sende ise bana karşı güçlü bağlar oluşturmuştu. Çıkıp yanıma bile geldin, bir de o zamanlardaki çıkmazlarını yüzüme karşı, belki de ilk diyalog girişimimizdeki gibi anlamsız gülümsememi umarak bekledin. Benim öfkem sanırım ikimize karşıydı da. Sana kızamıyordum, senin koşulların, zamanlaman benden çok ayrıydı. Ancak senden sonraki yenilgilerimde yine senin izlerini buluyordum ben.

Senden sonra hayatıma girenlerin hepsinde senden bir iz vardı. Mutlaka bir benzerlikleri vardı. Hem de öyle herkeste bulunabilecek özellikler değil. Tamamen seni anımsatacak, sana özel, ilk defa sende bulduğum özellikler. Seni aradığımı dilimle itiraf edememişim, görmeyi de becerememişim.


Burada senin ısrarla ikimizi birbirimizin hayatlarında tutma çabana müteşekkirim. Bu sayede çok iyi dost olduk, sonsuza çok yakın güvenebileceğimiz insanlar olduğumuzu birbirimize çok kereler ıspatladık.


Yalnızlığımın doruk noktalarında, hem de saltanatını yaşarken, sefasını sürerken, Bodrum'un ara sokaklarında içtiğim çay bana seni anımsattı. Sorgulamadan atlayıp geldin ve benim yıllardır senin tek başına görüp de inandığın şeyi görmemi sağladın. Öfke reflekslerimin geçmesini sabırla bekledin. Biraz yoruldun ama biraz yorulduktan sonra göreceğimi çok iyi bildiğinden ilişkimizin artık bir döneminin bitip, başka bir döneme girdiğini uslubunca anlatmaya çalıştın. Ben geçmişin hoş kareleri arasında boğulurken sen benim o ana kadar hiç görmediğim ayrıntıları gösterdin. Sen benim hayatımda on bir sene kalabilmiş, beni en çok iyi tanıyan insanlardan biriydin, işin o kadar da zor olmadı neyse ki.


Tarih ikimizi de yalancı çıkarmadı sevgilim. Gözlerim dolu dolu oluyor ilk karşılaştığımız anı hatırladıkça hala. Kaç kere şahit oldun tüylerim diken diken oldu ne zaman o ana gitsem.


Zaten hızımızı takip etmekte zorlanıyorum, çoğu zaman sana düşüyor bu ayar, en son hatırladığım babama durumumuzu hızlıca özetleyip artık ayrı yapamayacağımızı ancak Sabahattin Ali roman karakterlerinde görülebilecek bir naiflikte (bana öyle geliyor da olabilir) anlatman ve iznini istemen. Hayatta en kutsal neyi biliyorsanız şahidim olsun ki, biz birbirimizi seviyoruz.


Hayat uzun, ağır ağır işleyen güzel sürprizlerle dolu. Ne yapacağını kestirmek güç, evet. Ama asla yalan söylemiyor. Şakası yok meretin. Gün geliyor, benim sana ilgimi fark edip hızlıca daha kötü sonuçlara ulaşmamak için, beni kendinden soğutmak için söylediğin 'Kaynanam Tuncelili' sözünü bile doğrulatıyor hayat sana. Bizi, o ilk anın büyüsüne götürüp orada bırakmak için, ettiğimiz her lafı doğrulamak için canhıraş çalışma var bir yerlerde. Biliyorum, bir mektubun en klasik bitiş cümlesidir bu ama, başlangıçlara, bitişlere, başlangıç gibi görünen bitişlere, bitiş gibi görünen başlangıçlara takılmayı Urla'da bıraktım canım. Zannetme, ne bir eksiktir, ne de fazla. Seni seviyorum.
 
 
 
 
 
 
 
 

2 yorum:

  1. kendi iç sesimde garip tınıyla, noktası virgülüne dikkat ederek okuttu yazı kendini :)
    ayrıca maxillaya neden maxibula dememişler diye de düşünmeden edemedim. daha akılda kalıcı :)

    YanıtlaSil
  2. bazen bir şey bilirsin de bilmezsin sanarlar, anlatmak istersin de ağzını tutarlar, göğsüne bastırıp itelerler, insanın çaresizleştiği başka anlar da vardır ama bu çaresizlik diğer tüm çaresizliklerden daha ayrı durur.

    YanıtlaSil