21 Temmuz 2012 Cumartesi

Hayatın sadece bizim seçimlerimizden oluştuğu palavrası


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellâl iken, pireler berber iken, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken birileri bir arada yaşamak zorunda kalmışlar. Bütün bir arada yaşamaya başlayan insanların  ilk akıllarına gelen gibi, bunların da ilk icraatları düzeni kurmak sevdasına, bir takım kurallar üretmek olmuş.  Modern anayasa, içtihat, görgü kuralları, pencereden sarkan ve arkandan 'Nereye gidiyorsun bu saatte komşum hu huu' diyen tombul kollu teyzelerin,  gençlerin fiziksel ve ruhsal gelişimlerini belirleyen kurumlarının çıktığı kaynak budur. 'İlişkimizin adını koyalım'  Sen git avlan, mağaralara avladığın hayvanların resimlerini çiz, hanımınla eğleş, tekerleği bul, matbaayı yay (hiç darılmaca gücenmece olmasın, bunda epey başarısızdınız, hiç yapamıyorsan torrent'e falan at, gençler halleder zaten). Ne bileyim ne güzel hayatlarınız var, havadar ceylan derisi kıyafetlerinizle git takıl efendi gibi homo sapiens. Yok ama, kurtarmaz. Sen koskoca insanlıksın, her şeyden önce kutsalsın. Hemen çıkmasına, doğrusuna bakmadan alel acele toplama bir toplum kurup içindeki insanların analarından emdikleri sütü burnundan getirmen gerekir. Tabiatın kurusun. 

Okulda bize ilk öğretilen 'Okuduğunuz metni yazıldığı dönemin koşullarına göre değerlendirin' olmuştu. En  baba yazarlara bile ukala ukala 'Ben de yazarım, ne var ki bunda? Yeşilçam'da çekilse geyiğini yaparız, William Shakespeare yazınca Romeo ve Juliet olmuş işte' derdim. Metinleri ve filmleri o dönemin koşullarına göre incelemesini -dönem hakkındaki bilgi eksikliklerimden de olabilir- pek becerebildiğim söylenemez. Ama bu yöntemin empati becerimi geliştirdiği aşikar. 

Konuşma tarzını, politik kimliğini, giyim kuşamını, karakterini vs beğenmediğiniz insanların o hale nasıl geldiklerini düşünmek, ona duyduğum öfkeyi cidden azaltıyor. Öfke diyorum, çünkü manyak bir toplumda yaşıyoruz. Nefret söyleminin kapsama alanı ne ara bu kadar genişledi bilmiyorum ama artık açık açık hedef göstermelere, linç edilmelere kadar genişlemiş durumda. Biz de bu toplumda yaşaya yaşaya bir kere bile karşılaşmadığımız insanlara elle tutulur bir nedenimiz olmadan sevgi duymaya, onlardan nefret etmeye başladık. Çok analitik düşünebilen biri değilimdir ama, herkesin her yaptığının ardında mutlaka ama mutlaka kendine özgü mantıksal bir açıklaması bulunuyor. Yaşananlar bir bütün olarak görülüp yorumlandığında, bize çok absürt olan bir davranış, başka bir kimsenin standardı olabiliyor. Zaten memleketçe başkalarının hayatlarına bakarak bir 'doğru' 'yanlış' belirleriz. Kendimizinki de dahil olmak üzere bütün hayatlara da sayıca baskın olanlara bakarak bir değer veririz. Çok övündüğümüz, kutsal bulduğumuz ahlak kuralları böyle oluşuyor işte. Çok olanlar haklı. Ne kadar kolaycı, hiç düşünme gerektirmiyor halbuki. Bu kadar kutsal görecek, sahiplenme hakkını kendinde görecek ne emek verdin, kaç ATP yaktın ki bunun için?

An geliyor, hiç olmayacak şeyler yapıyoruz. Kendime bile şaşırdığım, hunharca tokatladığım zamanlarım oluyor. Bir keresinde bir hizmet içi eğitim programında konuşmacı olmuştum da, bunu daha sonra evdekilere gelip anlattığımda daha önce kendimin bile duymadığım buğulu, seksi, neşeli, olağan bir şeyi anlatıyormuş gibi duran ama aslında elime megafon versen sabahlara kadar anlatabileceğim bir olayı, o tuhaf karışım ses tonumla: 'Nasıl geçti gününüz, benim de nasıl olsun işte bugün eğitim verildi, ben de konuşmacıydım işte, Bursa değil sadece, Marmara genelinde, hmm. Bin kişi vardılar herhalde, ondan sonra öğlen yemeğe dışarı çıktık vs..' Şimdi insan kendi kendini bile yeri geliyor tokatlıyor, neyin değişmeyeceğini iddia edebilirsin ki? Ne yaşadığını bilmeden kimin hayatını sorgulayabilirsin ki?

İnsan kendini değerli hissetmek zorundadır beyim. Başka türlü baş edemiyor, yapamıyor. Kendinin değerli olmadığına inanmıyorsan,  başka insanlardan daha özel hissetmiyorsan ve bunu sorun ediyorsan, zalım tıp bilimi karşısında hastasın. Kendine çok güvenen, kendini aşırı beğenen biriysen ve bunu sorun olarak görmüyorsan, neyse ki aynı zamanda adil olan tıp bilimi karşısında yine hastasın.

Bu standartları kim koydu bilmiyorum. Ortalama bir davranış biçimi var, başına gelenlere vermen gereken tepkiler var ve bunu kitaplaştırmış bir otorite var. Orada yazılanlar dışındaysan iyi bir çocuk değilsin ve üzgünüm ortalamadan sapmak federal bir suçtur.

Benim yazma serüvenim şudur: Yazmaya başlamadan evvel kafamda olan şeylerin hiçbirini yazıya dökemem ve iflah olmaz bir konuyu toparlayamama, dağıtma, daldan dala atlama, dallandırırken budaklandırma hastasıyımdır. Yardım almıyor değilim, tedavi oluyorum.

Yukarıda söylemek istediklerimi neyse ki Gönül Yarası filminde Dünya (Meltem Cumbul), Nazım Öğretmene (Şener Şen) söylemiş.




-Bana çaresizlik mavalı atma. Her şey bizim elimizdedir. 

-Elimizde mi? Elimizde mi? Öyleyse iyi dinle. Ben 13 yaşındayken 2 kişi tecavüz etti bana. Ailem o herifleri yakalayacağı yerde beni kurşunladı -namuslarını temizlemek için-. Sokaklara atıldım ben, süründüm. Pavyonlara düştüm. Ama her şey benim elimdeydi öyle mi? Kocam sabah akşam hiç acımadan dövdü beni. Üstelik de beni kurtarmak için evlenmişti. Bütün bunları ben mi yaşamayı istedim? Kim bana bunların hesabını verecek? Asıl sen bana maval atma öğretmen!


sonrası Şener Şen' in elleriydi zaten.

Diyeceğim odur ki bilip bilmeden konuşup durmasak ne de şık olur (artık burada çıldırmış), yazıklar olsun bize, imagemakerlarımıza, yaşam koçlarımıza! Yazıklar olsun şeklimize, kalıbımıza!  









3 yorum:

  1. Çok yerinde ve doğru tespitler. Özellikle, başkalarını anlama ve bizim gibi düşünmeseler de varlıklarını kabullenme hususundaki kişisel zaafiyetimize bir son verebilsek, eminim Dünya daha yaşanır bir yer olurdu. Bu güzel yazı için tebrikler.

    YanıtlaSil