2 Temmuz 2012 Pazartesi

Otobüs camına yaslanan hayat

Saatlerdir evin en arka odasında, rahatsız bir sandalyede hareketsiz oturuyordu. Odanın içindeki her nesneyi en az doksan dakika izlemişti. Hayır, hayır. Şu tavanda yanan lambaya tam üç saattir baktığını hesap edersek, bu diğerlerine bakma sürelerini hiç olmazsa en az kırk dakika düşürürdü. Duvardaki saate baktı. Uzun süredir sadece ışığa baktığından, ilk birkaç dakika yalnızca karanlık gölgeler görebildi. Gölgeler hiç gitmiyordu. Hatta bir an, eskisi gibi göremeyeceğini bile sanmıştı kadın. Gölgeler, dikkatli bakınca geometrik şekiller halinde odaya yayılıyordu. Saatin merkezinden odanın içine doğru yayılıyor, yayıldıkça oda daha da kararıyordu. İnsan, gözlerini ışıktan çekmeden, uzun süre odaklanırsa, diğer nesneler geçici bir süreliğine görünmez. Ama bu, mesele değil. Alışmak, insanın en zorlanmadan yaptığı iş. Günışığı, yalnızca ona alışana dek karanlıktadır.
Nihayet saati görebilmişti. Dokuz buçuk. Beklediği, birkaç gündür gece yarılarına dek çalışıyordu. Kalktı, bugün defalarca olduğu gibi, mutfağa doğru yürüdü. Buzdolabını açtı, ışık bu kez gözlerini alıyordu. Eli, ekmek dolabına doğru eskiden kalma bir alışkanlıkla gitti. Aslında ekmek dolabının kapağı açıktı, boş olduğunu görebiliyordu, ancak yine de elleriyle dolabın tüm köşelerini yoklamak onu rahatlatıyordu. Sabahtan beri hiçbir şey yememişti. Hemen alt katta ekmeklerle dolu bakkal, onun yanında ise, kokuları bazen evinden bile duyulan çeşit çeşit mamüllerin yapıldığı pastane vardı. O, her saat başı boş olan ekmek dolabını eliyle yokladığında açlığını biraz daha duyumsuyordu yalnızca.
Kapının kilidinden çıkan sesler kadının göz bebeklerini genişletti, içeri giren kızının elindeki ekmeği görünce ise kocaman bir gülümseme yüzüne yayıldı. Kız, annesini gülümsemesinden öptü.
-Yine bir şey yemedin di mi? Bakkalın telefonunu bıraktım telefonun yanına. Konuştum da, arayınca istediğini getirecekler.
-Bırak şimdi sen beni, şöyle otur, soluklan.
Kız, annesinin günışığına çıkmamaktan ve havasızlıktan gün be gün solmuş, kirli sarı renkteki sağlıksız cildine alışmıştı. Yüzündeki gölgeleri görmüyordu bile Her akşam yaptığı gibi iş-ev arası yolculuğunu, otobüsten görebildiği kadarıyla annesine anlatmaya başladı. Bu, onların dışarıdaki dünyayı birlikte izlediği penceleriydi. Kız, pencere kenarına oturabilmiş, şanslı olan yolcuydu. Gözleri; işiyle evi arasındaki sokaklarda, caddelerde bulunan her renge değebiliyordu. Birazdan sevgilisiyle buluşacak bir genç kız ona gülümseyebilir, temizlik işinden dönmekte olan kadının manasız, ışıksız gözleriyle buluşabilirdi. Annesi her akşam kızına dışarıda neler olup bittiğini sorardı. Kız bazen sevimsiz şeyler anlattığında kızardı ona. Kızının insanlara haksızlık ettiğini düşünürdü. Kız da her defasında gördüğü en güzel şeylerden başlayarak anlatmayı alışkanlık haline getirmişti.
Altı yıldır bu evin içinden dışarıya adımını atmamıştı kadın. Altı yıl önce, küçük oğlu uçurumdan denize düştü, orada da kaldı. Ekipler gece gündüz demeden arama çalışmalarını sürdürüyorlardı. Onunla aynı anda arabanın içinde olan kocasının cesedi bulunmuştu ama, oğlu küçüktü, küçük cesedi o denizde bulabilmek daha zordu. Oğlunun belki bir mezarı olsaydı, kadın dışarı çıkabilirdi. Gerçi ablası sonradan kardeşinin bütün kıyafetlerini ve eşyalarını bir çukura gömdü, oraya da kardeşimin mezarıdır dedi ama, kadın bir kez bile gitmedi oraya. Kadın kazada arabadan fırlamış, bir kayanın üzerine sırtüstü düşmüştü. Gözlerini açtığında gördüğü ilk şey, masmavi gökyüzü olmuştu. O günden sonra gökyüzünü bir daha hiç görmemek için kendini eve kapattı kadın. Kız dışarıda gördüklerini annesine her gece böyle anlatıyordu. Altı yıl kimse denizden bahsetmedi.
(Agorafobik (evden dışarı çıkma korkusu) bir kadının hayat hikayesinden esinlenerek yazdım)

5 yorum: